Vücudumuzun temel ihtiyacı olan su ve besin gibi, ruhumuzun da sağlıklı olması için temel ihtiyaçları vardır. Bunlar; sevgi, saygı, güven ve sınırlardır. Ruhsal gelişimin olmazsa olmazı olan bu ihtiyaçlar doğumdan ölüme kadar devam eder. Ruhsal sağlık kavramı da burada devreye girer. Kişi eğer fizyolojik ve ruhsal ihtiyaçlarının farkında ise ve bu ihtiyaçları uygun yollar ile talep ediyor ve alabiliyorsa ruhsal olarak sağlıklıdır diyebiliriz. Bu ihtiyaçları doğum ile anneden ya da bakım verenden karşılamaya başlarız.
Bakım verenimiz bize koşullara bağlı olmayan sevgiyi verebiliyorsa sevilen ve sevilmeye layık olduğumuzu bilerek büyürüz. Güven verebiliyor, bakımı güvenli şekilde tamamlıyor ve ihtiyacımız olduğunda yanımızda olabiliyorlarsa; kendimizi güvenli hisseder ve endişeden, evhamdan uzak bir hayat süreriz. Eğer seçimlerimize saygı duyuyorsa, seçebilme şansı tanıyorlarsa, duygularımızı anlıyorlarsa saygıdan ihtiyacımız olanı alarak büyürüz. Eğer sınırları çizebiliyor, ben ve öteki kavramını hissettirebiliyorlarsa sınırlarımızı bilen ve koruyan insanlar oluruz. Bu ihtiyaçları alma ve talep etme biçimimiz yaşla beraber değişim gösterebilir.
Kendimizi fark ettiğimiz andan itibaren aidiyet ihtiyacımız da devreye girer. Takdir görmek de, bir şeylere ait olmak da evrensel ve içgüdüsel bir istektir. Bu sebepten özgür olmak isteği ile yanıp tutuşurken, stabil ilişkiler kurmaya çalışırız. Bağ kurma isteği sonrasında takdir görme isteğini de doğurur. Normal kavramı, etiketleyici olmasına karşın herkesçe idealize edilmiş ve peşine düşülen bir kavramdır. Hemen hemen her birey normali takip etme eğilimindedir. Farklı, aykırı veya anormal olmaktan fobi derecesinde korkar ve toplumca kabul görmek isterler. Sadece var olmaktan çıkıp sahip olmaya yönelme de bu şekilde başlamıştır. Herkesin özünün aynı olduğunu bildiğimiz halde sahip oldukları yetiler sayesinde sıralama yapabiliyoruz. Bu da rekabete yol açıyor.
Tüketim toplumunun besin kaynağıdır rekabet. Okuduğunuz okullar, sahip olduğunuz ev, araba, eşya, giysi markalara düşkünlük veya önemli insanlara olan hayranlık, dereceler ve başarılar hepsi birer onaylanma ürünüdür. “Ben”in ötesinde benim olanlarla var olma eğilimidir. Bu kavramlar tabi ki hayatın parçası, sorun bu kavramlara yüklediğimiz anlam ve önemde. Eğer “değerli” olmak bu materyallere veya bu başarılara bağlıysa muhtemelen bütün hayatınızı yarış atı gibi dereceler almaya, başarılar kazanmaya adayarak geçirir veya bunları yapabilecek ruhsal enerjide değilseniz de maddesel başarılara (en pahalı arabaya sahip olmak, en son teknoloji telefon kullanmak, marka giyinmek, popüler mekanlar tercih etmek vb.) imza atmaya çalışırsınız. Tabi bir de ünlü, statüsü yüksek kişiler ile ilişki kurmak istersiniz. Değer yargınız ne ise o alandaki en üstü hayal eder ve o alanda iyi ve üst seviyede insanlar ile ilişkilerinizin olması size gurur ve mutluluk verir.
Neden bu statü düşkünlüğü?
Onay arama çabası nasıl bu raddeye gelebiliyor? Bu tür tercihler eksik olan özgüveni gururla doldurma çabasıdır. Boşluğu doldurmak için övünmeye tutunmaktır. Kişi ancak sahip oldukları veya başarabildikleri dereceler ile kendini değerli hissediyordur. Peki bu kişiler bu şekilde mutlu oluyorsa sorun nerede? Sorun hayatın değerlendirme ölçütlerinin bu olmaması ve birçok kişinin bu ölçütlerde yaşamamasıdır. Yani siz onay aramanın pençesinde hayatı kovalarken diğerleri sadece oldukları kişiyi yaşamaya devam ediyor ve çevrelerini de oldukları gibi kabul ediyorlar. Bir başarısından dolayı ona özel bir ilgi veya fazladan bir sevgi vermiyorlar. Bu durum, onay arayan kişilerin hayal kırıklığına uğrayıp daha çok kabul görmediklerini hissetmelerine, hayatla ve öteki ile olan ilişkilerine ciddi zarar veriyor. Hayatları “hiç takdir edilmedim, kıymetimi bilemediler” cümleleri ile baltalanıyor. Bir süre sonrada adalet dengeleri bozularak çevrelerine karşı öfke duymaya başlıyorlar. Bu süreğen öfke de kişilerin hayattan zevk almalarını ve “an”da kalmalarını zorlaştırıyor.
İlginizi çekebilir: Övgü alma ve onaylanma isteğinden 5 adımda kurtulmanın yolu