Ölüm nedir ve ondan neden bu kadar korkarız?
Carlos Castenada kitabında, bolca “dost”tan bahseder. Dost ile yüz yüze gelmekten kaçınır her bir çalışmasında. Don Juan onu uyarır, dosta teslim olma!
Hem dost der, hem de teslim olma der. Çünkü dostun yüzüne bir kere baktı mı, onun o ihtişamına, büyüsüne kapılıverir insan. Işığı ile birlikte ardından gidiverir.
Öyle ya, bizi üzmeye değil, bize eşlik etmeye gelir dost, yolda yandaş olmaya, kolluk olmaya gelir. Karıştırmayasın, korkmayasın diye gösterir sana o güzel yüzünü…
Dosta kanmamak lazım derken, dostun seni kandıracağından değil, dosta giderken nereye gideceğini biliyor olman gerektiğindendir uyarı. İşte bunun için Tibetli budistler rüyalara ve rüyada uyanık olmaya, yani bilinçli rüyalar görme sanatına çok önem verirler. Öyle ki, rüyadayken rüyada olduğunu bilen, yaşamda illüzyon ile gerçeği ayırabilen olur, her şeye uyanık olan. Bilincin her seviyede uyanık olmasından, gözlemci halinin her seviyede devam ediyor olmasından dolayı farkındalığı açıktır. Görmeye ve yönlendirmeye ehildir artık. Hatta, rüyalarda sorularına cevap bulabildiği gibi, değiştirmeler de yapılabilindiği bilinir. Bu değişiklikler günlük yaşantıya da yansır, çünkü rüyada gidilen alem ile dünya alemi beraber, iç içe çalışır. Ama buradaki eğitim rüyada değişiklikler yapmak, yaşamı illüzyondan ayırarak daha huzurlu günler geçirmek için değildir. Bu kısım sadece hazırlıktır, dost geldiğinde, uyanık olma hazırlığı…
Dost ile karşılaştığında, onu açık zihni ve merkezlenmiş varlığıyla selamlama hazırlığıdır. Dost ölümü getirendir, sana öldüğünü haber veren, ışığa kadar sana eşlik eden, yaşamını kutsayandır… Tantrikler, yaşamın tamamının aslında ölüme hazırlık olduğundan bahsederler. Çünkü insan varlığı -hani öleceğini bilen tek canlı- doğum ve ölüm bilgisinden yoksun yaşar hayatı. Doğmadan önce, öldükten sonrası için, yani metafizik boyut için her zaman merak içindedir. Bu merak, bu ilgi, hem korku bazlıdır, hem de bildiği tek gerçektir insanlığın.
Yaşadığı konusunda bile şüpheye düşerken, ölüm ve doğum konusunda keskindir. Varolmaya alışmak, kendine var olduğunu kanıtlamak üzere geçirdiği yaşam aralığı, zaman, mekan hipnozu altında geçer. İçten içe, performans anksiyetesi sebebi, bilinçli olarak düşünmese de, bilinmezden aniden karşısına çıkacak olan dostun kapıyı çalacağı korkusudur. Aynı sebepten bu etkiyi azaltmak için de, ölüm yokmuş, zaman sonsuzmuş gibi davranır. Görmezden gelmeye çalışmanın başka bir hali…
Bu yüzden ertelemeler, boşa atılan adımlar, vazgeçişler ile geçer insanın hayatı. Yarın ölecekmişiz gibi- diye başlayan cümleleri ne kadar çok duysak da, kulak çeperimize çarpıp oradan geri seker. Bunun ne olduğunu anlamıyoruz çoğu zaman, çünkü ölüm bizim kabul ettiğimiz bir gerçeklik değil! Ölüm konusunda konuşmak bile zor. Ama bir gerçek var, hepimiz merak ediyoruz onu!
İçten içe, hiç ses etmeden hayalini kuruyoruz… Farkında olarak ya da olmayarak. Küçük ölümler yaratıyoruz kendimize, minik minik deneyimliyoruz. Ayrılıklar, özlemler, bitişler, vazgeçişler, hatta bazen hiç yerinden hareket etmeyerek kendini ölüme terk etmeler… Oysa merak ettiğimiz dostun yüzü. Methiyeler düzülmüş üzerine, su perilerinin hipnotize eden şarkıları gibi Seni alır ve götürür…
Korkunç olan nedir peki? Neden korkarız ölümden, ölmekten?
-Belki daha hiç yaşamaya başlamamış olmamızdan?
-Belki yaptıklarımızla, yaşadıklarımızla yüzleşmekten korkan halimizden?
-Belki bilinmeze doğru gitmekten?
-Belki yok olmaktan?
-Belki sevdiklerinden uzakta kalmaktan?
Eğer öyle ise, hepsi zihindedir bu soruların.
Her gün, bilinmeze adım atma denemesi yapıyoruz. Seçeneklerden biri de hep, hiç bilmediğin bir şey oluyor. Her gün ölüm deneyimini yaşatıyoruz kendimize, küçük küçük. İşte o konfor alanı hikayesi. Oradan çıkarak, eski halimize ölüyoruz. Tutunmayı bıraktıkça, tutunan halimize ölüyoruz.
Bedene tutkun olan bizler, elbette bedeni bırakmaktan korkuyoruz.. Bedenlerimizi seviyoruz! Bedensiz olmayı bilmiyoruz!
Bu yüzden bu bedenle deneyimlediğimiz, bedene hapsettiğimiz, acılarımızı, anılarımızı da bırakamıyoruz. Geçmişe takıntılı ve bağımlı oluyoruz. Aslında derdimiz yaşadıklarımızdan ziyade beden… Her bırakış bir ölüm halini çağrıştırıyor alt benliklerimize. Duyguyu bırakmak, bedeni bırakmak olarak tınlıyor içeride!
Beden hafızasının temizliği ve her gün, her an bırakmaya gönüllü olmak, taşıdığımız her bir düşünce yükünü, her yaratılmış duyguyu salıvermek, bizi özgürlüğe, hafifliğe doğru götürüyor. Beden de taşınacak bir şey değil, var olma aracı olarak kullanılan bir organizma olarak kalıyor. Sade ve hafif! Sayesinde bu dünya halini deneyimleyebildiğimiz muhteşem organizma.
Ve tabii ki bizler bedenlerimiz değiliz. Bedeni bırakınca da yok olmuyoruz, bedeni bırakınca sadece üç boyutlu dünyadan ayrılıyoruz (her ne kadar sığ bir anlatım olsa da, en basit haliyle).
Bu kadar yaşamından şikayet eden insanın, ölümden korkması ne kadar da anlamlı, değil mi şimdi? Şikayetleri ile bedene, madde dünyaya iyice tutunuyorlar. Ölüm var. Biz de varız. Ve dost gelmeden önce, yaşamın tadına bakmalıyız kaşık kaşık!
Dost geldiğinde gönlümüzde kalan bir şey olmasın, hakkımızı kendimize helal edelim, yaşama güzel bir selam çakalım diye…
Huzur ancak, yaşadığın her günün elinden gelenin en iyisini yaptığını bilmekle gelir. Hakkıyla… Hak’kın sende olan parçasıyla…
Ölümü tanıdığımız, varlığını gerçekten kabul ettiğimiz zaman, ne olduğunu idrak ettiğimiz zaman, yaşamı anlar duruma geçeriz. Önemini, değerini, amacını, varlığımızın sebebini… Bu yüzden bilinmez tarafta dolaşmak, bilinmeze adım atmak önemlidir. Yaşamda kendini bulmak ve kendini yaşamak amaçtır ama bir başlangıçtır daha yolun başı…
Yolun sonsuzluğu, bildiğimiz bedenli halin ötesindedir.
Sonsuz olan ruhun deneyimi ve değişkenliğidir, burada ve her yerde.
Ve ölüm, her an, bir diğer ana geçerken, geride bıraktığımıza gelir, anda var olan için sonsuzluk yaşanır. Her an yeniden doğuştur.
Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Güzellik ayrıntıda gizlidir: Genellemeler fazla genel değil mi?