Olduğun gibi olabilmenin gücü: Gerçek “sen” nerede?
Bazen kusurlu görünürüz, sadece olduğumuz gibi olduğumuzda. Sadece kendimiz olduğumuzda, “diğerlerinden farklı” diye nitelendiriliveririz. Kim belirler “normal” olanı veya “olması gereken” durumu? “Kime göre iyi, kime göre kötü?” diye sormamız gerekir, gerçekten “beklentiyi” karşılamıyoruz diye, örneğin belirli bir yaşta evlenmiyoruz diye, çocuk sahibi olmuyoruz diye, belki yüksek bir kariyeri bırakarak dünyayı geziyoruz diye, büyük bir şehirden her şeyi bırakıp daha küçük bir yere ve hatta bir köye taşınıyoruz diye, “kendimiz” gibi oluyoruz diye, yani sadece içimizden geleni yapıyoruz diye başarısız mı oluruz?
Kendimiz gibi olmak muhteşem bir özgürlüktür, yaradılışımız itibarıyla sadece “olduğumuz” gibi geliriz bu hayata “başkası” bizi beğensin başkası bizi sevsin veya amaç yaptığımız şeyin bir başkasının hoşuna gitmesi değildir. Yol sadece bizim için atanmış bir yoldur, fakat bizler bu “saf” gerçeği büyüdükçe daha çok unutmaya başlarız… Çocukluğumuzu hatırlayalım, hiçbir çocuğun “beni beğensinler” diye yürümeye çalıştığını gördünüz mü? Bu çalışmalarında düştüğü zaman “aman ne düşünürler” diye üzüldüğünü gördünüz mü? Yeniden ayağa kalktığında ve yeniden denemek gücünü bulduğunda “benimle arkadaş olsunlar” diye yeniden düşeceğini bilse de adım atmaktan korktuğunu gördünüz mü?
İşte bizler sadece çocuk olduğumuz zamanlarda, yani toplumun “ne düşünürler, nasıl görürler” kaygıları olmadan, olağan dışı olan henüz bize dayatılmamışken bu derece sınırsız düşünürüz. “Diğeri” ile ilişkili kaygılar gütmeyiz, fakat sonrasında “kendimiz” olmak yerine “beğenilen” olmak her daim ön plana geçmeye başlar…
İlk ergenlik dönemimizde beğenilmek isteriz, sonra anne ve babamızın beklentilerini karşılamak isteriz, daha sonra büyüdükçe yine tüm toplumun beklentilerini karşılamak isteriz. Ve bu kadar çok beklenti arasında dönüp sormayı unuturuz o sihirli soruyu, “ben ne istiyorum”? “Bugün, tam şu anda herkesten ve her şeyden bağımsız olarak ben ne istiyorum, ben kim olmak istiyorum, ben nasıl bir hayat yaşamak istiyorum, ben bu hayata ne kazandırmak istiyorum, etrafımda tek bir insan kalmasa da o sayıca yüksek arkadaşlarım yarın yanımda olmasa da ve hatta anne ve babam bana tamamen arkalarını dönseler ve hiç kimsenin onayına sahip olmasam da ben ne olmak, ne yapmak ve nasıl yaşamak istiyorum?”
Bu noktada gerçek “ben” başlar; bu soruları bir kere kendimize yönlendirdiğimizde kendimizle baş başa kalıp da olası cevaplarını düşündüğümüzde artık hayatımız tamamıyla evrilmiş olur. Artık o “eski” versiyonumuza dönemeyiz, çoktan yepyeni bir bahçeye ulaşmak gibi yepyeni bir kıtaya adım atmak gibi yepyeni bir “farkındalık” seviyesine adım atmış oluruz.
Kendimden basit bir örnekle açıklamak istiyorum, evliliğimin henüz resmi olarak bitmediği fakat ayrılmak sürecimin gerçekleştiği dönemde çokça düşüncem vardı; “diğerleri” ne diyecekler, toplum ne diyecek, annem ve babam ne diyecek, arkadaşlarımı kaybedeceğim ve en önemlisi çok sevdiğim bir adamı nasıl kaybedebileceğim? İşte bu soruların hiçbiri aslında ego kaynağından kurtulup her şeyden ve herkesten bağımsız olarak kendime soramadığım o soruya beni götürmüyordu. Dünyayı ve hayatı suçluyordum, haksızlığa uğradığımı ve hayatımın bittiğini düşünüyordum…
Sonra bir gün sadece şu soruyla yüz yüze geldim “ben ne istiyorum”? Gerçek Pınar kim ve bu dünyaya neden geldi? Sadece bir evliliğin bitmesi ile hayatı bu kadar “anlamsız” olabilir mi? Veya bir adamın aldatmak eylemi ile karşılaşmış olmak “Pınar’ın kim olduğu” gerçeğini ve en önemlisi bu can-ım dünyanın bir parçası olduğu gerçeğini değiştirebilir mi?
Bunları düşündüğümde sonsuz bir huzur beni karşıladı, o an bildim ki yaşananlar sadece çok uzun bir yolun parçası ve önemli olan ise her ne olursa olsun her ne kaybedilirse edilsin veya yolda ne değişirse değişsin yine “kendi” gibi olabilmek. Ne istediğini, hayattan ne beklediğini ve kim olduğunu yine değiştirmeden (veya değişiyor ise de gerektiği değişiklikler ile örneğin asabi bir insandan sakin bir insan olabilmeye geçiş) hayata yansıtabilmekti… Ve her ne koşulda olursam olayım, toplum “iyi” derse de, annem üzülse de babam istemese de ve hatta tüm arkadaşlarımı kaybetsem de kendim olabildiğim şekilde davranabilmek ve hayatı kendim gibi “gerçek ben” olarak, önce kendime sonra etrafımdaki herkese son derece dürüst olarak yaşayabilmek…
Gün gelip de hepimiz bir vicdan muhasebesi ile baş başa kalacağız. Bu bazılarımız için beş yıl alacak, bazıları için iki yıl veya bazılarımız içinse bir saatte gerçekleşecek belki… Ama bugün bu yazımı okuyorsanız kendinize sormanızı diliyorum, bugün verdiğiniz kararlarda, yaşadığınız kişi olarak günlük seçimlerinizde ve hayata kattığınız her anda “gerçek” kişiliğinizi dışarı çıkartabiliyor musunuz? Kendinize son noktasına kadar dürüst müsünüz? Her ne olursa olsun örneğin kendinize yapılmasından hoşlanmayacağınız bir şeyi başkasına yapmamak pahasına (benim gibi) çok fazla sevdiğiniz birinden vazgeçip “kendime dürüst” olamayacaksam bu “güzel” değildir diyebiliyor musunuz?
Siz hayatınızda “gerçek” bir “ben” yansıması görebiliyor musunuz? Bunun için sadece bir sihirli soru yeterli; eğer cesaretiniz var ise “ben kimim, ne istiyorum, hayatımı nasıl yaşamak istiyorum ve neden buradayım”?… Bu sadece bir tesadüf olamaz!