Ya da krallar gibi yaşayabilirsin. Hepsi senin neye ne anlam yüklediğine bağlı. Tam olarak anlaşılmadı sanırım. İyisi mi gel baştan başlayalım: Etrafımızda olan biten ne varsa nötr. Yaşamımızda sevdiğimiz veya sevmediğimiz, insanların bizim hakkımızda söylediği her şey bizim açımızdan aslında nötr. Ne iyiler ne de kötü. Yaşadıklarımızı, duyduklarımızı ve bildiklerimizi “iyi” ya da “kötü” yapan tek bir şey var: Bizim ona verdiğimiz anlam. Gelin bunu bir iki örnekle açalım, sonra hadiseyi geçtiğimiz cuma yaşadığımız sürreal darbeye bağlarız belki kim bilir!
Anlam = Duygu
Herhangi bir olaya verdiğiniz anlam direkt olarak o konuyla ilgili ne hissedeceğinizi belirler. Aranızda çocuğu olanlar ya da ailesinde küçük bir çocuk olanlar bir hafızalarını yoklasınlar isterim. Eminim aşağıda anlatacağım anıya benzer bir duruma şahit olmuşlardır.
Gittiğim yerlerdeki çocuklu ailelerin çocuklarıyla nasıl ilgilendikleri çok ilgimi çeker. Yepyeni bir insan yetişmektedir ve ebeveynlerinin atacağı her adım, söyleyeceği her kelime ve yapacakları her davranış; son derece dayanıklı tuğlalar gibi, bu yepyeni insanın kişiliğini oluşturur.
Geleneksel Türk Kültürü ve şu anda çoğunluğun sahip olduğu bakış açısı; “Biz, çocuklarımızın üstüne titreriz” şeklinde. Bir başka deyişle “çocuk” konusuyla ilgili zihnimizde verdiğimiz anlam; korumamıza muhtaç, bir şekilde isteklerini yerine getirmemize ihtiyaç duyan, biz olmasak fena çuvallayacak, sevilesi yaratıktır.
Örneğin; çocuğumuz parkta oynarken düştüğünde, endişeyle yerimizden fırlayıp yanına gider, yerdeyse ayağa kaldırır ve gözlerimizi büyük büyük açarken kaşlarımızı büzüp endişeli bir ifadeyle sorarız: “İyi misin hayatım? Canın yandı mı?”
Tebrikler! Belki de ağlamayı aklından dahi geçirmeyen çocuğunuzu korku enerjinizle yıkadınız ve muhtemelen çoktan ağlamaya başladı bile. Bir de onu “düşüren”(!) salıncağa da pat pat elinizle vurarak; “Al sana pis salıncak! Sen nasıl düşürürsün benim aslan oğlumu/tatlı prensesimi.” demek suretiyle sorumluluğu da salak bir salıncağa yüklediniz. Böylece çocuğunuza üç çok önemli şey yaptınız:
- Kendi endişe ve korku enerjinizle; onu, pratikte hiçbir çözüm sağlamayacak ağlama eylemine yönlendirdiniz.
- Çocuğunuzun salıncakta sallanmak gibi tek başına yaptığı bir işte bile, düşmesinin sorumluluğunu üstlenmesi yerine başka bir şeyi suçlamasına -bunu bizzat yapıp örnek olarak- onay verdiniz.
- Başkasını suçlayıp kurban rolünde ağlarken onu sevgi ve ilginizle ödüllendirip muhtemelen tüm hayatı boyunca kullanacağı bir “pattern”in tohumunu attınız.
Benim yeğen Los Angeles’ta düştüğünde
Geçen yıl kardeşimi ve ailesini Los Angeles’ta ziyaret ettim. Elbette o zaman 4 yaşında olan yeğenimle de bolca vakit geçirme şansım oldu. Bir gün evlerinin bahçesinde topun peşinden koştururken tökezleyip düştü Vivenne.
Annesi Jennifer, oturduğu yerden kafasını kaldırıp son derece sakin bir şekilde: “Eminim iyisindir tatlım; sen ne dersin?” dedi. Vivienne’nin alt dudağı uzamış ve suratı asılmıştı ama ayağa kalktı. Jennifer, çok içten gülümseyerek “Hadi, o kadar kötü olmadığını sen de biliyorsun” dedi. Vivenne de gülümsemeye başladığında annesi onu yanına çağırdı. Dizine dirseğine bakıp ciddi bir şey olmadığından emin olduktan sonra; “Hayatım heyecanına ve eğlenme isteğine bayılıyorum. Yine de etrafta koşup oynarken dikkatli ol ki, kendinin ve başkalarının canı yanmasın. Anlaştık mı?” Vivenne kafasıyla onaylayıp tekrar oyununa döndü.
Ne bir dramatik sahne, ne manasız bir telaş, ne de kurban rolüne girip avaz avaz ağlayan bir çocuk. Bir dakika bile sürmeyen kısacık bir diyalog, hepsi bu. Sonrasında her şey biraz evvel nasılsa öyle devam ediyordu. Biz Jen ile çay eşliğinde sohbet ederken Vivienne de topun peşinde koşturmaya devam ediyordu.
Fark nerede?
Fark, çocuğa verdiğimiz anlamda. Bu topraklarda, içinde yetiştiğimiz kültürün bir sonucu olarak çocuk bizim için;
- Üstüne titrememiz,
- Daima yanında olmamız,
- Mutlaka çevreden korumamız,
- Ne olursa olsun incinmemesini sağlamamız ve
- Hep “ötekilerden” üstün özellikler kazandırmamız gereken bir “uzantımız”
Öte yandan bambaşka bir kültürün yaşandığı farklı bir coğrafya olan Los Angeles’ta çocuk;
- En kısa zamanda kendi ayakları üstünde duracak,
- Öncelikle ve özellikle kendi sorumluluğunu almayı TERCİH ETMEYİ öğrenecek,
- Etrafındakilerle iletişimi doğrultusunda kişiliğini geliştirecek,
- Kendi seçimlerinin sonuçlarını göğüslemeye hazır ve
- Ve asıl yarışın kendisini geliştirmek olduğunu bilen bir “birey” olarak yetişecek.
Sizce bu iki farklı anlayışla yetiştirilen çocuklardan hangisi yaşadığı olumsuz bir durumda, bu durumun içinden nasıl öğrenip gelişerek çıkacağıyla ilgilenir ve hangisi parmağını uzatıp etrafındaki ilk potansiyel suçluyu işaret ederek kurban rolünü seçer?
15 Temmuz 2016
Asla unutulmaması gereken bir tarih. İç savaşın eşiğinden döndüğümüz bir gece. Ve önümüzdeki birkaç yıl çok dikkatli ve son 20 yıldakinden çok daha farklı bir düşünce yapısıyla yaşamamız şart. O gece olan bitene, kimin planıydı, kimin oyunuydu geyiklerine girmeyeceğim. Benzer yorumları sosyal medyada bol bol okumuşsunuzdur. Bunun yerine ben konuya verdiğimiz anlama değinmek ve hiç kimsenin kendini sorumlu bile hissetmeden en yakında sevmediği kim varsa onu suçlamasından bahsetmek istiyorum.
Birbirimize verdiğimiz anlam
Muhafazakâr kesimin insanları için hiç de sevilesi biri değilim, biliyorum. Bunu aynı ortama girdiğimizde kolayca anlayabiliyorum ve yazmaya kalksam onlar hakkında bir sürü olumsuz fikir/görüş sıralayabilirim. Oysa bu insanlar beni ben de bu insanları hiç tanımıyorum. Buna rağmen onlara kolayca dilediğim yaftayı yapıştırıveriyorum ve onlar da bana!
Oysa birbirimize verdiğimiz anlamı değiştirmek de bir seçenek.
Örneğin; bir durup düşünüp; bu insanların nasıl büyük zorluklar çektiğini teslim etmek gerekmiyor mu? Sırf başı örtülü diye üniversiteye alınmayan, mecburen alındığı hastanede dalga geçilen, yabancı ülkelerde tahsil yapmış genç ve zengin insanların bu insanlarla dalga geçtikleri bir dönem var bu insanların hayatında. Gittikleri hiçbir yerden doğru düzgün destek ve anlayış alamadıkları, polise gönül rahatlığıyla güvenemedikleri, her yerde itilip kakıldıkları ve inançları gereği kaderci bir şekilde Allah’a sığındıkları bir dönem var. O dönemde bu insanların yaşadıklarından haberdar olmadığımız gibi; umurumuzda da değildi!
Onlara yaşatılırken ses çıkarmadığımız psikolojik şiddet, fiziksel şiddeti de yanına alarak bizim mahalleye geliyordu. Herkes parmak sallayıp birbirini kötülüyor: “Vay siz şöylesiniz!” , “Vay siz böylesiniz”
“Onlar” sıkıntıdayken umursamayan “Bizler”, ne zamanki benzer şeyleri yaşamaya başladık (ya da bize yaşatmaya başladılar), bu sefer pabuç pahalandı ve biz bağırmaya başladık. Keşke başımıza gelmeden de anlayabilsek insanların neler hissettiğini, neye ihtiyaç duyduklarını ve ona göre de yardım eli uzatabilseydik.
Ve yaptığım işi de tam da bu yüzden yapıyorum. Yazdığım 6 İnsan İhtiyacı yazısını bir daha okuyun lütfen, şu aralar iyi bir zaman onu okumak için. Birbirimizin ihtiyaçlarını anlamayı ve birbirimizi kollamayı bilseydik şimdi her şey daha farklı olmaz mıydı? Bizden farklı düşünen/inanan/yaşayan insanları oldukları gibi kabul etseydik her şey bambaşka olmaz mıydı?
Hala fırsatımız var!
Karşımızdaki insanların kendini önemli hissetmeye, saygı duyulmaya ihtiyaçları var. Bunu o kadar uzun zamandır hissetmediler ki, arada bir meydanlardan kendilerine söylenen bir güzel söz bile büyük armağan onlar için. Ve o yüzden meydanlardan onlara güzel söz söyleyenlere toz kondurmuyorlar!
Bütün bunlar olan bitene ve birbirimize verdiğimiz anlamdan kaynaklanıyor ve bu işin toplumsal ölçekte de bir karşılığı var; kendimizi ait hissettiğimiz grubun genel görüşünü çabucak benimseyip, salakça kabul etmek gibi bir tuhaf insani özelliğimiz var. (Bu arada nasıl kolayca yönlendirilebileceğimize dair çok sağlam bir örnek izlemek isterseniz; bakacağınız yer bu video.)
Yeni bir anlam, yeni bir vizyon, yeni bir gelecek
Hala fırsatımız var dediğim şey yaşadığımız farkındalık. Eğer biraz kafası çalışan bireylersek; bir savaş/darbe/iç savaş durumunda; inançlarımızın, ne yiyip ne içtiğimizin falan hiçbir önemi kalmayacağını anlamış olmalıyız.
Her seçimin sonuçları varsa ve o sonuçlar da günün sonunda neyle ilgilendiğimizi ve ilgilendiğimiz şeyler konusunda nasıl hissettiğimizi direkt olarak etkiliyorsa; belki de artık seçimlerimizi daha dikkatli yapmak isteyebiliriz: Mesela, bizim gibi düşünmeyen ve düşündüğümüz şekilde düşündüğümüz için bize kızgın biriyle konuşurken hangi ses tonunu, hangi kelimeleri seçeceğiz?
Ya da kişisel gelişimle ilgilenen insanların pek sevdiği bir jargonla sorayım: İnsanlarla etkileşiminizde egonuzdan mı yoksa ruhunuzdan/kalbinizden mi gelen seçimleri yapacaksınız?
Eminim kimse egosundan gelen seçimleri istemiyordur hayatında; ama kendi kendimizi kandırmayı bırakmayı seçebilirsek eğer; hiç istemediğimiz o egodan gelen seçimleri gün içerisinde defalarca yaptığımızı görebiliriz: Trafikte, maç izlerken, siyaset tartışırken, yeni işe başlamış o pısırık müdür yardımcısını çekiştirirken ya da yanımızdan geçenin kılığını kıyafetini yargılarken…
Uyanma zamanı
İçinde yaşadığımız çağ bir lütuf da olabilir, bir kâbus da. Nereden bakıp ne anlam verdiğimize göre değişir. Bu kadar acımasız, bu kadar savaşlarla dolu ve tüm bu vahşete bir tıkla ulaşabildiğimiz başka bir zaman yok dünya üzerinde. Aynı şekilde bu kadar açık bilinçli, bu kadar ruhani ve bu kadar birlik bilincinin genişlediği bir zaman da yok.
Dolayısıyla şimdi uyanma ve seçim yapma zamanı. Egona kaptırıp senin gibi olmayan her şeyle didişmeyi mi seçeceksin, yoksa bir yolunu bulup hepimizin içindeki o ortak değeri, o cevheri çıkartıp işleyecek, yüreğinin ta derinliklerinden gelen tavsiyeleri duyup onları seçecek cesareti mi sergileyeceksin?
BENim dediğim doğru, BEN bilirim, BEN yaparım, kahrolsun BENim gibi düşünmeyenler tadında küçülerek yok olmayı da seçebilirsin. Ama bil ki Kıymetli’m, “Yaratılanı Yaradan’dan dolayı sevme”yi seçmek meşakkatli olduğu kadar büyütücü, kapsayıcı ve huzur vericidir de.
Ne yapacaksak birlikte yapacağız ve bu yüzden de birbirimizin ihtiyaçlarını gidermek, birbirimize destek vermek zorundayız; her alanda ve her konuda. Karşımızdakilerin ihtiyaçlarını anlamaya ve elimizden geliyorsa gidermeye çalışmak varlık sebebimiz! Ve en önemlisi bunu yaparken de “Ama o da yapsın önce!” falan demediğimizden emin olmakta fayda var. Yani karşılık bekleyerek destek olunmaz. Olunsa o destek olmaz, öyle değil mi?
Bu da şimdiye kadar öğrendiklerimizi kabullenerek değil ama biraz daha düşünerek bakmamızı ve bazı alışkanlıklarımızı değiştirmemizi kaçınılmaz kılıyor. Hayatta olan bitene verdiğiniz anlamı değiştirmeye başladığınızda nasıl hissettiğinizi; nasıl hissettiğinizi değiştirdiğinizde karakterinizi ve karakterinizi değiştirdiğinizdeyse hayatınızı değiştirmeye başlarsınız.
Bu ülkenin daha iyi bir yer olmasını istiyorsak önce hepimiz tek tek daha iyi insanlar olmayı SEÇMELİYİZ. Hem, gerçekten siz de sıkılmadınız mı her Allah’ın günü hiçbir etkimizin olmadığı konuları konuş(turul)maktan? Siz de müzikle, doğayla, resimle, yeni buluşlarla, kişisel anlamda nasıl gelişeceğinizle, biraz oyun oynamakla ve çokça mutlu olmakla ilgilenmek istemiyor musunuz artık?
Seçimlerinizi bilgece yaptığınız ve karşınızdaki nasıl davranırsa davransın önce insan olduğunu kendinize hatırlattığınız harika bir hafta olsun! Bana ulaşmak isterseniz, yazabilirsiniz: tolga@powercoaching.us