“Avrupa Güncesi” başlıklı yazılarıma şimdi bir de “USA” başlıklı olanlar eklendi. Aslında çok fazla şehir görmüş değilim Amerika’da ama gördüğüm şehirler kendi içlerinde yazılabilecek o kadar çok konu barındırıyor ki… Boston ve New York… Birisi Harvard ve MIT başta olmak üzere bir sürü üniversiteye kampüs olmuş şehir, bir diğeri de dünyanın birçok açıdan merkezi… İki şehir de içlerinde bir sürü alt başlık barındırıyor. Sadece birer konu başlığıyla anlatılamaz kısacası… Bu alt başlıklardan birisi de New York’ta bulunan Flatiron Binası…
İlgili yazı: New York güncesi: Empire State
Hamburg’taki evimizin duvarında tablosunun bulunduğu ve 6 ay boyunca görüp “neresiymiş ki burası?” diyerek öğrendiğimiz “Flatiron” binasını New York’ta gördüğümde heyecanım apayrı oldu.
Flatiron Binası ve tarihi değeri
Binanın bulunduğu arsa birçok kez el değiştirip en son gökdelen inşaatında uzmanlaşmış bir firmanın eline geçmiş ve 1902’de 22 katlı bu bina inşa edilmiş. Gotik ve rönesans dönemlerini yansıttığı düşünülerek zamanında gerici bulunmuş. Daha sonra 19. yy sonlarında, bulunduğu düzensiz yerleşim yerine göre geleneksel olmayan tasarımı başarılı olarak değerlendirilmeye başlanmış ve günümüzde turistlerin ilgisini çeken bir nokta haline gelmiş. 1966’da New York’un simgesi seçilmiş bina, 1979 yılında “Ulusal Tarihi Yapılar Listesi”ne girip 1989’da da “Ulusal Tarihi Öneme Sahip Eser” ilan edilmiş.
Binanın tarihi üzerine bunları okurken bir an binanın penceresinden dışarısının göründüğü bir fotoğrafa denk geldim. Sonra fark ettim ki, insan o kadar yüksek katlı binaların arasında yürürken hep bir yapıdan ibaretmiş gibi düşünüyor o binaları. Koca birer kutular ama içleri boş, mimarilere sahipler ama fonksiyonları yok şeklinde düşündürüyorsunuz. Hani sokakta yürürken etrafınızda başkası yoksa orada bir siz varsınız sanırsınız da, penceresinin kenarında oturan veya koltuğunda oturup doğrudan dışarıyı; sizi gören ev sakinlerini fark etmezsiniz… O hesap…
İlgili yazı: Işığıyla dünyayı aydınlatan abide: Özgürlük heykeli
Ben de hep o Empire State binasını, Flatiron’ı, Times Square’i oluşturan reklam panolarının ardında kalan binaları birer heykel, anıtmış gibi algıladım sürekli… Üstelik Times Square’de bir binanın içine girdiğimde de bu hissi yaşamış, o her kutu sandığım binanın üzerindeki minik kare deliklerin arkasında farklı birer hayat, farklı birer dünya olduğunun farkındalığını yaşamıştım. Ama dışarı tekrar çıkıp o büyülü sokaklara dalınca yine bütün farkındalığım sıfırlanıp binaları cephelerden ibaret görmeye devam etmişim ister istemez…
İlgili yazı: Dünyanın kalbinin attığı yer: Times Square
Yapının yeterli cazibeyi yakaladığını mı gösterir bu diğer boyutları göz ardı etme, yoksa insan ilk gördüğü “layer (etiket)” neyse öncelikle onun üzerine mi yoğunlaşır algıda seçiciliği bir kenara bırakıp? Tam çözemedim…