X

Negatif düşün, potansiyelini yaşama falan…

Bir ay gibi bir süre boyunca, kademeli bir biçimde kontağı kapatıp, eylülün ilk 2 haftasını da Gümüşlük ve Kaş’ta geçirerek gerçek anlamda bir topraklanma yaşadıktan sonra bomba gibi İstanbul’a dönerken bir şey oldu.

Erkenden vardığım Dalaman Havaalanı’nda tatil boyunca okumakta olduğum kitap bitince, vakit geçirmek için telefondan sosyal medyada ne var ne yok bakayım dedim. Eski danışanlarımdan birinin paylaştığı bir köşe yazısının başlığı dikkatimi çekti: “Pozitif düşün, potansiyelini yaşa falan…”. HT Hayat yazarı Esra Sert’in 1 Eylül 2015 tarihli bu yazısını okumamıştım ve okuyunca da şunun farkına vardım: Ben de bir zamanlar böyle düşünüyordum ve şu anda da böyle düşünen çok insan var. O yüzden yazının kendisiyle bir fikir tartışmasına girdim ve şimdi yazacaklarımın büyük bölümünü hava alanında bir yandan yazıyı okurken sesli not olarak kaydettim.

Esra Hanım’ın yazısında, Türk yazılı medyasında sık rastlanan “kendi tecrübesinden hayat kaidesi çıkarma” hadisesi bir kez daha zihnimize hücum ediyordu. Burada Esra Sert’in hiçbir art niyeti olmadığından eminim. Bununla birlikte yazısından alıntılayacağım belirli bölümlere bazı yorumlar yaparak, kendi kendimizi nasıl da sabote edebileceğimizin altını çizeceğim.

“İyi hissetmenin mecburi olduğu günlerden geçiyoruz”

Böyle başlamış Esra Hanım yazısına ve bunu da terörün azdığı, seçimlerin tekrarlanmasına 1 ay kala, herkesin endişeli ve tedirgin olduğu 2015 Ekim ayında yapmış. Hoş bu ülkede; endişeli ve tedirgin olmak için her hafta en az bir sebep oluyor ya, neyse.

“‘Sadece pozitif titreşimler lütfen’ filanlı günler bunlar. ‘Kafana koyduğun her şeyi yaparsın’lı. ‘İyi hisset’li. ‘Gülümse’li.” benzeri kinayeli ifadelerin bolca bulunduğu yazı şöyle devam ediyor: “İyi hisset. Olmadı mı? Hemen avokadonun üstüne ananas rendele. Sen de yapabilirsin. Kaşlarını çatma. Ama bak iyi hisset. Uyanır uyanmaz pozitif bir düşünce aklına getir. On kilometre koş. Proteini arttır. Pozitif titreş. Olmadı avokado doğra. Çiğ badem döv. Bir on kilometre daha koş. O sırada potansiyelini yaşa.”

Bir yandan da yazı süper ve eğlenerek okuduğumu söylemek isterim, Esra Hanım’ın ellerine sağlık. Kendisi, sözünü ettiği mecburiyeti; sosyal medyada ve çeşitli mecralarda görüp okuduğu şeylerden hissediyor anlaşıldığı kadarıyla: “Sosyal medya özellikle Instagram istila altında. Hadi o mecraları geçtim. Onlar zaten yalan dolan da. Gündelik hayatta da avokadolarıyla, karın kaslarıyla, gülümsemeleriyle üstümüze üstümüze gelmeye başladılar.” Bir türlü sebebini anlayamadığım sürekli tekrar eden bir avokado durumu var ortada; ama onu bir kenara bırakırsak, madem bu kadar rahatsız oluyor paylaşımlardan neden o hesapları takibi sürdürüyor orası da pek anlaşılır değil.

“(Bu mesajlara) maruz kaldıkça aklıma ABD’ye yolu düşen herkesin bildiği o korkunç yapmacık Amerikan kibarlığı ve neşesi geliyor.” diyor ve devam ediyor; “Hangi mağazaya, restorana girseniz yüzünde bire bir aynı plastik gülümseme ile sizi karşılayan insancıklar en yakın arkadaşınız gibi sorup dururlar “merhaba, nasılsın?” , “merhaba, nasılsın?” “merhaba, nasılsın?” “merhaba, nasılsın?” Günde en az 50 kere kadar bu olur.

Hepsinin suratında bire bir aynı gülümseme vardır ve “merhaba, nasılsın?”ın tonlaması bire bir aynıdır. İnsandan ziyade mutlu görünmeye programlı robotlar gibidirler. Bir süre sonra siz de aynı şekilde gülümseyip aynı şekilde cevap vermek zorunda kalırsınız ve hayatınız gerzekçe hissetmediğiniz bir gülümsemeyi suratınızda taşıyarak geçer.”

Önce üzüldüm

Pozitif düşünmek, potansiyelini yaşamak ve iyi hissetmek üzerine bildiklerini paylaşan, bu konuda koçluk yapan, kurumlarda yüksek performans eğitimleri veren biri olarak bu yazıyı okuduğumda üzüldüğümü itiraf etmeliyim.

Üzüldüm, çünkü ben de bu manasız direnci gösterip aslında kendimin ne kadar haklı olduğuna dair ahkâmlar kestiğim zamanlarımı hatırladım. Bakın tecrübeyle sabit bir şey söyleyeyim: Hiç kimse “şöyle hisset” diye hiç kimsenin gırtlağını sıkmıyor. Yani gerçekte bir “mecburiyet” olmadığı gibi tüm aklıselim kişisel gelişim uzmanlarının sürekli tekrarladıkları bir şey var: İyi hissetmek bir “tercih”. Ve büyürken öğrendiği bütün safsataya “doğru bilgi” diye sahip çıkıp, kötü hissetmek konusunda direnip duran egomuzu hoş gördüğümüzde, iyi hissedebilmenin önündeki tek engelin kendimiz olduğunu fark ediyoruz.

Ve biraz daha üzüldüm

Kardeşimin eşi Jennifer Amerikalı ve yaklaşık 18 yıldır ailemizde. Onun kardeşi, annesi, kuzeni, kuzeninin eşi de aileden sayılır. Ve elbette Los Angeles’ta yaşadıkları için onların çevresinden de çok iyi Amerikalı arkadaşlarım var. Bütün bunlara ek olarak; gönüllü olarak katılıp görev aldığım Tony Robbins etkinliklerinde de her kesiminden (zengin/fakir – eğitimli/eğitimsiz), her ırktan (beyaz, siyah, Hintli, Latin, Uzak Doğulu, Kızılderili) ve her meslekten (CEO, itfaiyeci, Jiu-Jitsu hocası, asker vb.) Amerikalı insanla tanışma ve yakınlaşma fırsatım oldu. Bazılarıyla çok da iyi arkadaşız.

Esra Sert’in “Korkunç yapmacık Amerikan kibarlığı ve neşesi” dediği şeye Amerikalılar “Öğretilmiş Nezaket” diyor. Tüm dünyada olduğu gibi Amerika’da da hiç kimse hiç kimseyi sevmek mecburiyetinde değil. Bilakis; herkes işinde gücünde, herkesin önceliği kendisi ve kendi ailesi. Ticaret hayatın en önemli parçası ve Amerikalılar daima bir şey pazarladıklarının farkındalar. Herhangi bir konuşmada bile fikirlerini pazarlıyorlar; ses tonlarıyla, yerinde jest ve mimiklerle. ABD’ye ilk gittiğimde tanıştığım ve konuştuğum (mesela sokakta adres sorduğum) tüm Amerikalı insanların sanki bir dizide oynayan aktörler gibi davranmalarına çok şaşırmıştım.

Bu tarz, Türk kültüründe yetişmiş insanlara yabancı geliyor. Tanımadığımız şeyleri yaftalamaya bayıldığımızdan biz ona ‘sahte’ de diyebiliyoruz: İlk Amerika’ya gittiğimde yıl 1998’di. O dönemler ben de tercihlerimi egomu dinleyerek yapıyordum ve Amerikalıların bu “öğretilmiş nezaket”lerine dair ilk tercih ettiğim yargı “Ne kadar sahteler!” oldu.

Bu yüzden, Esra Sert’in -farkında olmadan da olsa- egosunu seslendirdiğini düşünüyorum. Çünkü ben de onun baktığı yerden baktım ve onu anlıyorum. Bununla beraber benim yargılayıcı düşüncelerimin farkına varmamı ve bakış açımı değiştirmemi sağlayan basit bir soru var:

Bütün bir ulus, hayatlarının her anında ve kendilerine yakın/uzak her insanla yaptıkları her konuşmada “sahte” davranabilir mi? Yoksa bu toplum olarak tercih ettikleri bir iletişim tekniği mi?

Kavram karmaşası = Yaman çelişki

Amerika’da sıklıkla uygulanan ve bir iletişim tekniği olan ‘öğretilmiş nezaket’, ülkemize sahte iyi hissetme hali olarak algılanabiliyor. 

Yargılayıcı bir bakış açısı yerine objektif değerlendirmeyle verilecek cevap elbette “Bu bir iletişim tekniği”. Amerikalılar çocuklarına, yolda karşılaştığı insanlarla, komşularla, çalışma ortamındakilerle, müşterileriyle vs. nazik iletişim kurmayı öğretiyorlar. Keşke biz de bunları öğretsek çocuklarımıza.

İlgili yazı: İletişimin gücünün gerçekten farkında mıyız?

Bununla birlikte Esra Sert’in yazısındaki şu bölüme kısmen katılıyorum: “Bu Amerikanlaşmış sahte iyi hissetme hali bir süredir Türkiye’de de pompalanıyor.” Burada oluşan ciddi çelişkiden söz edeceğim ama önce katıldığım kısmı açıklayayım: Burada belirli bir meta (Bilgi ve teknikler), belirli bir pazarlama stratejisi doğrultusunda halka arz ediliyor ve bu Amerikan stiliyle yapılıyor. Doğru!

Ama pazarlanan şey “Amerikanlaşmış sahte iyi hissetme hali” değil; o bir yargı. “Amerikan stili pazarlama” tanımında ise bir yargı yok. Amerika’da uygulanan bir pazarlama stratejisinin Türkiye’ye uyarlanmış hali ve başarılı olabilir de olmayabilir de. Türkiye’de Amerikan usulü pazarlama tutar mı tartışması yapılabilir. Ama “Bilgi” evrenseldir.

Batıda Amerikan usulü pazarlanan bilgiyle Doğu’da binbir zorluk ve sebatla manastırlara giren ve bambaşka ve zor bir hayat yaşayarak “eren” keşişlerin aktardıkları erdemler arasında bir fark yok: “Mutlu olmak bir tercihtir ve sen tercihlerini değiştirdiğinde hayatını dönüştürebilirsin.”

Amerika’ya ve Amerikanvari yöntemlerle bilgi aktaranlara çakacağım diye evrensel bilgiye vurulur mu?

Sizce hangisi daha iyi?

Sizin fikrinizi de merak etmekle beraber ben bir dükkâna girdiğimde ya da restorana oturduğumda tezgâhtar veya garsonun biri gelip bana “Bugün nasılsınız?” diye sorsa rahatsız olmam. Bilakis bana “Buyrun?” diyen adam daha rahatsız edici. Bir kere buyurmamı söylüyor ama bunu da buyurarak yapıyor. Ayrıca bu kelimede “Bir an evvel ne istiyorsan söyle sonra da git” aceleciliği de hissediliyor kimisinin tonlamasında.

Bir yandan da gülümseyerek “Merhaba, nasılsın?” diyen birinden neden rahatsız olur insan? O kısmı anlayamıyorum. Ya da madem rahatsız oluyorsun, e söylesene o zaman karşındakine; “Sahte ve gerzekçe gülümseyip, ‘Nasılsın?’ gibi aslında cevabıyla hiç ilgilenmediğin sorular sorma bana” desene. Niye sen de gerzekçe gülümsemeyi tercih ediyorsun? O daha sahte değil mi? Yoksa insan bunun için mi kızıyor? Kendisine gülümseyip “Nasılsın?” diyen adama “Bence gerzek ve sahtesin” diyemeyip de kendisi sahte davrandığı için kendine kızıyor olabilir mi insan?

Hmm düşünülesi…

İş kişiselleşiyor

Üstelik sosyal medyada öyle bir temsili var ki sanırsınız dünyada iyi hissetmeyen, pozitif titreşmeyen, potansiyelini yaşamayan bir siz varsınız. Bu temsil insanları korkunç bir yalnızlığa itiyor.” diyor Esra Sert.

Söylenecek tek bir şey var: Kendisinin gerçekliğine saygı duyuyorum. Bu onun tecrübesidir; görüp yaşadıklarına onun verdiği anlamdır ve kendisine özel benzersiz bu görüş, sırf bu yüzden bile kıymetlidir. Bununla birlikte; sosyal medyada bu temsillere bakıp korkunç bir yalnızlığa itilmektense; bu temsiller sayesinde motivasyonunu arttırıp hedeflerine ulaşmayı “tercih edenler” de var. Benimle çalışmak isteyenler, beni sosyal medyada paylaştığım şeyler nedeniyle buluyorlar ve danışanlarım yaşamlarında gerçekleştirebileceklerine dahi inanmadıkları dönüşümler yaşıyor ve yalnızlığa falan itilmiyorlar.

Merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş

Esra hanım devam ediyor: “Dünyanın en insani duygusu olan acı çekmek bir tür hastalık oldu. Zaten doğası gereği acıdan uzaklaşma meylinde olan insan için acı öyle bir canavarlaştı ki acı çekince hastalandık zanneder olduk.”

Yahu, işte biz de tam bundan söz ediyoruz ya! Acı çekince hastalanıyor insanlar. Son 40 yıldır yapılan bilimsel araştırmalar (Hologram Teorisi, Psikoloji, Pozitif Psikoloji, Kuantum Fiziği, Heart Math Isntitute, Meta Health University vb.) iki çok önemli sonuç çıkardı ortaya:

  • Hissettiğimiz duyguların fiziksel sağlımız üstünde doğrudan ve çok büyük etkisi var. İyi hissediyorsak vücudumuzun ürettiği kimyasallar yapıcı, kötü hissederken ürettiğimiz kimyasallar yıkıcı! Uzun süre acı çekmek vücutta asidik etki yaratıyor; iyi hissettiğinizdeyse vücut daha alkali.
  • İnsan nasıl hissedeceğini tercih edebiliyor. 0-6 yaş arasında hangi duygu durumuna girdiğimizde etrafın bize nasıl reaksiyon gösterdiğine göre karakterimizi ve iletişim stratejilerimizi geliştiriyoruz. Bu strateji bilinçaltımızda yani içgüdüsel beynimizde (“Sürüngen Beyin” de denir) bir program olarak kaydediliyor. Bu program olumsuz ise, hayatımızın herhangi bir zamanında programı silip yerine olumlusunu koymamız mümkün.

Tam bu noktada “Zaten doğası gereği acıdan uzaklaşma meylinde olan insan…” ifadesiyle ilgili de konuşmak gerek. Bu da bir saptama ama yine bir kaynak ve rasyonel yok. “Neye göre? Kime göre?” sorularının cevabı muallak. Sadece Esra Sert’e göre ise yine söyleyecek bir şey olamaz; saygı duyarım ama öyle yazmıyor. Cümle “zaten” diye başlıyor; neye istinaden “Zaten”?

Oysa psikolojide en sık rastlanan olgulardan biri “kurban psikolojisi” değil mi? Tarih boyunca sayısız insanda bu kısıtlayıcı inanç görülmemiş mi? Bu psikolojinin; kişiyi sürekli mağdur, hakkını savunamaz, kaderine razı duruma soktuğu, adım atmaktan alıkoyduğu ve hatta fiziksel hastalıklara dönüştüğü sayısız örnekle yaşanmış değil mi? Bunun neresi acıdan kaçınmak!

Dünyanın en insani duygusu…

Esra Sert “Hipnotik Dil Kalıpları” eğitiminde öğrettiğimiz bazı teknikleri (belki de farkında olmadan) kullanıyor yazısında. Tıpkı “Zaten doğası gereği acıdan uzaklaşma meylinde olan insan…” ya da daha yukarıda geçen “ABD’ye yolu düşen herkesin bildiği gibi” ifadelerinde olduğu gibi şu tanımda da genelleme ve abartıyı harika kullanıyor: “Dünyanın en insani duygusu acı”

Neşe, coşku, mutluluk, sevinç falan duygu değil mi? Elbette duygular ama “EN insani duygu acı”(!)

İnsani özelliklerimiz önemlidir, bir miktar korunmalıdır da katılıyorum. Ama insani özelliklerimizin hepsine dört elle sarılarak sahip çıkmalı mıyız gerçekten?

Örnekle açıklayayım; yaklaşık 20 yıl önce Datça, Palamutbükü… Kızlı-erkekli bir grup restoranda yemek yiyoruz. O dönem şimdiki gibi değil; 2, bilemedin 3 tane restoran var Palamutbükü’nde. Bizim oturduğumuz restoran limanda olduğu için, yanaşan yelkenlilerdeki yabancılar da burayı tercih ediyorlar, mekan oldukça kalabalık.

Restoranın sahibini tanıyorduk ve kahvelerimizi içip kalkacağımızı, dilerse bizim masadaki boş yerlere misafir alabileceğini söyledik. Bir Alman grup geldi oturdu; neşeli, bizle yaşıt erkekler ve kızlar. Bira söylediler, biz de hoş-beş muhabbet ediyoruz onlarla. Bu keyifli ortamda Alman çocuklardan biri geğirdi.

Doğru anlatmak isterim: Ağzını kapatıp “Bırpsss” diye gaz çıkarmadı, “GÖÖÖAARGK!” diye geğirdi.

Kısa bir sessizlik oldu, nezaketen duymamış gibi yaptık… Hadi bir daha! 3, 4, 5 derken; bizim ekipten Ediz “Yeter artık” dedi, “Yapma”. Ağustos’un ortasında, Datça’da buz gibi oldu masa. Alman çocuk çok rahat bir şekilde açıkladı: “Dostum, bira içiyorum, gaz yapıyor, geğiriyorum. Son derece insani”. Ediz gelişine cevap verdi: “Ben de bira içtim, çişim geliyor ve şimdi çıkartıp suratına yapacağım. Son derece insani”. Alman arkadaş biraz dikkatli olsa (Gaz çıkarma demiyorum, yine çıkar ama insan ol ya. Ne o öyle ejderha gibi kükreye kükreye), kimse onun gaz çıkarmasına takılmayacak. Çünkü bunun insani olduğunu biliyoruz ama bunu gözümüze sokmanın âlemi yok.

Ya da daha uç bir örnek vereyim: Mesela savaş sırasında ülkeni ve insanlarını korumak için insan öldürüyorsun. Peki, hamaseti bırakalım: Sen öldürmezsen onlar seni öldürecekler; hayatta kalmak için öldürüyorsun. Yani son derece insani! Ama market alışverişine gidip, park yerinde tartıştığın adamı öldürdüğünde o kadar da insani değil.

“Acı insanidir, çekiniz” mi acaba?

Acı insanidir ve acıyı bastırmak hem psikolojik sorunlara hem de fiziksel rahatsızlıklara neden olur. Dolayısıyla acı söz konusuysa acı yaşanmalıdır. Bu anlamda “insani” olan bu durumu kabul edip acının vücudumuzdan ve ruhumuzdan akıp geçmesine izin vermeliyiz. Bu doğru; ama bu acı “çekmemiz” gerektiği anlamına gelmiyor.

Birisi mi öldü? Elbette üzülüyor insan. Yasını da tutuyor ve hatta yıllar sonra durup dururken hatırlayıp özlüyor, burnunun direği de sızlıyor. Acı insani bir duygu, evet! Ama onu neden taşıyayım ki? Eğer; kişisel gelişimden, pozitif düşünceden, potansiyelini fark edip yaşamaktan öğrendiğim şeyleri sabah uyguladığımda kendimi iyi hissediyor ve günümü daha iyi geçiriyorsam acı çekmeyi neden tercih edeyim?

Hâlbuki gariban acı sadece hissedilmek ister, başka da derdi yoktur. Hissedilince dostunuz olur. Gerzek gerzek gülümsemenize lüzum kalmaz.  Avokado masrafından kurtulursunuz.” demiş Esra Sert; matrak ve esprili dilini tebrik etmekle birlikte “Bir acının ‘garibanlığı’na üzülüp acı çekmediğimiz kalmıştı!” demekten kendimi geri alamıyorum. Acının kendisi için acı çekmeyi önermek oldukça ilginç bir yaklaşım hakikaten. Esra Hanım acı çekmeyi seviyor olabilir ve bu da insani bir tercihtir fakat keşke bunu bize önermese, acısıyla baş başa yaşasalar bu saadeti, bizi hiç karıştırmasalar.

Herkese “Bilgece tercihler” diliyorum

Esra Sert, belki de yazıyı yazdığı sabah tersinden kalktı ve yolda baktığı Instagram hesaplarına sinir oldu da bunları yazdı; bilemiyorum. Bildiğim şey şu: Baştan beri söylediğim gibi bunlar kendisinin kişisel görüşleri, kendi tercihleridir ve saygı duyarım. Ve bir yandan da kendisine şu tecrübemi aktarmak isterim: Bunca yıldır eğitimlerini alıp uyguladığım ve uygulattığım “pozitif düşünme” ve “potansiyelini yaşama” teknikleri, kendisinin kaleme aldığı bu kişisel görüşlerin tam aksine sonuçlar yaratıyor danışanlarımın hayatında.

Pozitif düşünme ve potansiyelini yaşama teknikleri sayesinde, bambaşka bir hayata kapılarınızı açabilirsiniz.

Esra Sert’in söylediklerine inanmayın! “Gariban acıyı hissedip onunla dost olmak” Esra Sert’in tercihi. Benim söylediklerime de inanmayın! “Acıyı vücudumdan, ruhumdan ve hayatımdan mümkün mertebe hızla akıtıp, her ne olursa olsun iyi hissetmeye odaklanmak” da benim tercihim.

Aslında hiçbir şeye körü körüne inanmayın, ne olur! Okuduklarınızdan ne kadar etkilenirseniz etkilenin; mutlaka inceleyin, araştırın, deşin, kazın ve merakla size hitap eden, aklınıza yatan bilgiyi bulun. Hissedin onu; izin verin o bilgi size ait olsun.

Ve aşağıdakileri daima hatırlayın:

  1. Acı çekmek de iyi hissetmek de bir tercihtir.
  2. Duygusal durumunuzu tek bir saniyede değiştirebilirsiniz.
  3. Hayat sizin ona verdiğiniz anlamdan ibarettir.

Kişisel gelişim, potansiyelinizi yaşamak, tercihleri değiştirmek ve kısıtlayıcı inançları güçlendirici olanlara dönüştürmek istiyorsanız bana ulaşın: tolga@powercoaching.us

Daima faydanıza olan duyguları tercih edebildiğiniz, hayatın keyfini çıkardığınız ve muhteşem seçimlerle yaşamınızı dönüştürdüğünüz harika bir hafta olsun.

V. Tolga Hancı: Doğma büyüme İstanbul'lu Tolga, 20 yıllık reklamcılık kariyerini danışmanlığa, ve oradan da koçluk ve eğitmenliğe dönüştürmüş bir yüksek performans stratejisti. Çalıştığı kişi ve kurumların; hayatın her alanında sınırsız potansiyellerinin % 100'ünü kullanarak, daima yüksek performansta kalabilmeleri için stratejiler üretiyor. Power Coaching'in ve Anthony Robbins Türkiye oluşumlarının kurucu ortağı. Birlikte çalışacağı kişi ve kurumların hedef ve hayallerini merak ediyor ve şöyle söylüyor: "İstiyorsan yaparsın! Asıl soru şu: Harekete geçmek için ne kadar isteklisin?"
İlgili Makale