X

Negatif düşün, potansiyelini yaşama falan…

Bir ay gibi bir süre boyunca, kademeli bir biçimde kontağı kapatıp, eylülün ilk 2 haftasını da Gümüşlük ve Kaş’ta geçirerek gerçek anlamda bir topraklanma yaşadıktan sonra bomba gibi İstanbul’a dönerken bir şey oldu.

Erkenden vardığım Dalaman Havaalanı’nda tatil boyunca okumakta olduğum kitap bitince, vakit geçirmek için telefondan sosyal medyada ne var ne yok bakayım dedim. Eski danışanlarımdan birinin paylaştığı bir köşe yazısının başlığı dikkatimi çekti: “Pozitif düşün, potansiyelini yaşa falan…”. HT Hayat yazarı Esra Sert’in 1 Eylül 2015 tarihli bu yazısını okumamıştım ve okuyunca da şunun farkına vardım: Ben de bir zamanlar böyle düşünüyordum ve şu anda da böyle düşünen çok insan var. O yüzden yazının kendisiyle bir fikir tartışmasına girdim ve şimdi yazacaklarımın büyük bölümünü hava alanında bir yandan yazıyı okurken sesli not olarak kaydettim.

Esra Hanım’ın yazısında, Türk yazılı medyasında sık rastlanan “kendi tecrübesinden hayat kaidesi çıkarma” hadisesi bir kez daha zihnimize hücum ediyordu. Burada Esra Sert’in hiçbir art niyeti olmadığından eminim. Bununla birlikte yazısından alıntılayacağım belirli bölümlere bazı yorumlar yaparak, kendi kendimizi nasıl da sabote edebileceğimizin altını çizeceğim.

“İyi hissetmenin mecburi olduğu günlerden geçiyoruz”

Böyle başlamış Esra Hanım yazısına ve bunu da terörün azdığı, seçimlerin tekrarlanmasına 1 ay kala, herkesin endişeli ve tedirgin olduğu 2015 Ekim ayında yapmış. Hoş bu ülkede; endişeli ve tedirgin olmak için her hafta en az bir sebep oluyor ya, neyse.

“‘Sadece pozitif titreşimler lütfen’ filanlı günler bunlar. ‘Kafana koyduğun her şeyi yaparsın’lı. ‘İyi hisset’li. ‘Gülümse’li.” benzeri kinayeli ifadelerin bolca bulunduğu yazı şöyle devam ediyor: “İyi hisset. Olmadı mı? Hemen avokadonun üstüne ananas rendele. Sen de yapabilirsin. Kaşlarını çatma. Ama bak iyi hisset. Uyanır uyanmaz pozitif bir düşünce aklına getir. On kilometre koş. Proteini arttır. Pozitif titreş. Olmadı avokado doğra. Çiğ badem döv. Bir on kilometre daha koş. O sırada potansiyelini yaşa.”

Bir yandan da yazı süper ve eğlenerek okuduğumu söylemek isterim, Esra Hanım’ın ellerine sağlık. Kendisi, sözünü ettiği mecburiyeti; sosyal medyada ve çeşitli mecralarda görüp okuduğu şeylerden hissediyor anlaşıldığı kadarıyla: “Sosyal medya özellikle Instagram istila altında. Hadi o mecraları geçtim. Onlar zaten yalan dolan da. Gündelik hayatta da avokadolarıyla, karın kaslarıyla, gülümsemeleriyle üstümüze üstümüze gelmeye başladılar.” Bir türlü sebebini anlayamadığım sürekli tekrar eden bir avokado durumu var ortada; ama onu bir kenara bırakırsak, madem bu kadar rahatsız oluyor paylaşımlardan neden o hesapları takibi sürdürüyor orası da pek anlaşılır değil.

“(Bu mesajlara) maruz kaldıkça aklıma ABD’ye yolu düşen herkesin bildiği o korkunç yapmacık Amerikan kibarlığı ve neşesi geliyor.” diyor ve devam ediyor; “Hangi mağazaya, restorana girseniz yüzünde bire bir aynı plastik gülümseme ile sizi karşılayan insancıklar en yakın arkadaşınız gibi sorup dururlar “merhaba, nasılsın?” , “merhaba, nasılsın?” “merhaba, nasılsın?” “merhaba, nasılsın?” Günde en az 50 kere kadar bu olur.

Hepsinin suratında bire bir aynı gülümseme vardır ve “merhaba, nasılsın?”ın tonlaması bire bir aynıdır. İnsandan ziyade mutlu görünmeye programlı robotlar gibidirler. Bir süre sonra siz de aynı şekilde gülümseyip aynı şekilde cevap vermek zorunda kalırsınız ve hayatınız gerzekçe hissetmediğiniz bir gülümsemeyi suratınızda taşıyarak geçer.”

Önce üzüldüm

Pozitif düşünmek, potansiyelini yaşamak ve iyi hissetmek üzerine bildiklerini paylaşan, bu konuda koçluk yapan, kurumlarda yüksek performans eğitimleri veren biri olarak bu yazıyı okuduğumda üzüldüğümü itiraf etmeliyim.

Üzüldüm, çünkü ben de bu manasız direnci gösterip aslında kendimin ne kadar haklı olduğuna dair ahkâmlar kestiğim zamanlarımı hatırladım. Bakın tecrübeyle sabit bir şey söyleyeyim: Hiç kimse “şöyle hisset” diye hiç kimsenin gırtlağını sıkmıyor. Yani gerçekte bir “mecburiyet” olmadığı gibi tüm aklıselim kişisel gelişim uzmanlarının sürekli tekrarladıkları bir şey var: İyi hissetmek bir “tercih”. Ve büyürken öğrendiği bütün safsataya “doğru bilgi” diye sahip çıkıp, kötü hissetmek konusunda direnip duran egomuzu hoş gördüğümüzde, iyi hissedebilmenin önündeki tek engelin kendimiz olduğunu fark ediyoruz.

Ve biraz daha üzüldüm

Kardeşimin eşi Jennifer Amerikalı ve yaklaşık 18 yıldır ailemizde. Onun kardeşi, annesi, kuzeni, kuzeninin eşi de aileden sayılır. Ve elbette Los Angeles’ta yaşadıkları için onların çevresinden de çok iyi Amerikalı arkadaşlarım var. Bütün bunlara ek olarak; gönüllü olarak katılıp görev aldığım Tony Robbins etkinliklerinde de her kesiminden (zengin/fakir – eğitimli/eğitimsiz), her ırktan (beyaz, siyah, Hintli, Latin, Uzak Doğulu, Kızılderili) ve her meslekten (CEO, itfaiyeci, Jiu-Jitsu hocası, asker vb.) Amerikalı insanla tanışma ve yakınlaşma fırsatım oldu. Bazılarıyla çok da iyi arkadaşız.

Esra Sert’in “Korkunç yapmacık Amerikan kibarlığı ve neşesi” dediği şeye Amerikalılar “Öğretilmiş Nezaket” diyor. Tüm dünyada olduğu gibi Amerika’da da hiç kimse hiç kimseyi sevmek mecburiyetinde değil. Bilakis; herkes işinde gücünde, herkesin önceliği kendisi ve kendi ailesi. Ticaret hayatın en önemli parçası ve Amerikalılar daima bir şey pazarladıklarının farkındalar. Herhangi bir konuşmada bile fikirlerini pazarlıyorlar; ses tonlarıyla, yerinde jest ve mimiklerle. ABD’ye ilk gittiğimde tanıştığım ve konuştuğum (mesela sokakta adres sorduğum) tüm Amerikalı insanların sanki bir dizide oynayan aktörler gibi davranmalarına çok şaşırmıştım.

Bu tarz, Türk kültüründe yetişmiş insanlara yabancı geliyor. Tanımadığımız şeyleri yaftalamaya bayıldığımızdan biz ona ‘sahte’ de diyebiliyoruz: İlk Amerika’ya gittiğimde yıl 1998’di. O dönemler ben de tercihlerimi egomu dinleyerek yapıyordum ve Amerikalıların bu “öğretilmiş nezaket”lerine dair ilk tercih ettiğim yargı “Ne kadar sahteler!” oldu.

Bu yüzden, Esra Sert’in -farkında olmadan da olsa- egosunu seslendirdiğini düşünüyorum. Çünkü ben de onun baktığı yerden baktım ve onu anlıyorum. Bununla beraber benim yargılayıcı düşüncelerimin farkına varmamı ve bakış açımı değiştirmemi sağlayan basit bir soru var:

Bütün bir ulus, hayatlarının her anında ve kendilerine yakın/uzak her insanla yaptıkları her konuşmada “sahte” davranabilir mi? Yoksa bu toplum olarak tercih ettikleri bir iletişim tekniği mi?

Kavram karmaşası = Yaman çelişki

Amerika’da sıklıkla uygulanan ve bir iletişim tekniği olan ‘öğretilmiş nezaket’, ülkemize sahte iyi hissetme hali olarak algılanabiliyor. 

Yargılayıcı bir bakış açısı yerine objektif değerlendirmeyle verilecek cevap elbette “Bu bir iletişim tekniği”. Amerikalılar çocuklarına, yolda karşılaştığı insanlarla, komşularla, çalışma ortamındakilerle, müşterileriyle vs. nazik iletişim kurmayı öğretiyorlar. Keşke biz de bunları öğretsek çocuklarımıza.

İlgili yazı: İletişimin gücünün gerçekten farkında mıyız?

Bununla birlikte Esra Sert’in yazısındaki şu bölüme kısmen katılıyorum: “Bu Amerikanlaşmış sahte iyi hissetme hali bir süredir Türkiye’de de pompalanıyor.” Burada oluşan ciddi çelişkiden söz edeceğim ama önce katıldığım kısmı açıklayayım: Burada belirli bir meta (Bilgi ve teknikler), belirli bir pazarlama stratejisi doğrultusunda halka arz ediliyor ve bu Amerikan stiliyle yapılıyor. Doğru!

Ama pazarlanan şey “Amerikanlaşmış sahte iyi hissetme hali” değil; o bir yargı. “Amerikan stili pazarlama” tanımında ise bir yargı yok. Amerika’da uygulanan bir pazarlama stratejisinin Türkiye’ye uyarlanmış hali ve başarılı olabilir de olmayabilir de. Türkiye’de Amerikan usulü pazarlama tutar mı tartışması yapılabilir. Ama “Bilgi” evrenseldir.

Batıda Amerikan usulü pazarlanan bilgiyle Doğu’da binbir zorluk ve sebatla manastırlara giren ve bambaşka ve zor bir hayat yaşayarak “eren” keşişlerin aktardıkları erdemler arasında bir fark yok: “Mutlu olmak bir tercihtir ve sen tercihlerini değiştirdiğinde hayatını dönüştürebilirsin.”

Amerika’ya ve Amerikanvari yöntemlerle bilgi aktaranlara çakacağım diye evrensel bilgiye vurulur mu?

Sizce hangisi daha iyi?

Sizin fikrinizi de merak etmekle beraber ben bir dükkâna girdiğimde ya da restorana oturduğumda tezgâhtar veya garsonun biri gelip bana “Bugün nasılsınız?” diye sorsa rahatsız olmam. Bilakis bana “Buyrun?” diyen adam daha rahatsız edici. Bir kere buyurmamı söylüyor ama bunu da buyurarak yapıyor. Ayrıca bu kelimede “Bir an evvel ne istiyorsan söyle sonra da git” aceleciliği de hissediliyor kimisinin tonlamasında.

Bir yandan da gülümseyerek “Merhaba, nasılsın?” diyen birinden neden rahatsız olur insan? O kısmı anlayamıyorum. Ya da madem rahatsız oluyorsun, e söylesene o zaman karşındakine; “Sahte ve gerzekçe gülümseyip, ‘Nasılsın?’ gibi aslında cevabıyla hiç ilgilenmediğin sorular sorma bana” desene. Niye sen de gerzekçe gülümsemeyi tercih ediyorsun? O daha sahte değil mi? Yoksa insan bunun için mi kızıyor? Kendisine gülümseyip “Nasılsın?” diyen adama “Bence gerzek ve sahtesin” diyemeyip de kendisi sahte davrandığı için kendine kızıyor olabilir mi insan?

Hmm düşünülesi…

İş kişiselleşiyor

Üstelik sosyal medyada öyle bir temsili var ki sanırsınız dünyada iyi hissetmeyen, pozitif titreşmeyen, potansiyelini yaşamayan bir siz varsınız. Bu temsil insanları korkunç bir yalnızlığa itiyor.” diyor Esra Sert.

Söylenecek tek bir şey var: Kendisinin gerçekliğine saygı duyuyorum. Bu onun tecrübesidir; görüp yaşadıklarına onun verdiği anlamdır ve kendisine özel benzersiz bu görüş, sırf bu yüzden bile kıymetlidir. Bununla birlikte; sosyal medyada bu temsillere bakıp korkunç bir yalnızlığa itilmektense; bu temsiller sayesinde motivasyonunu arttırıp hedeflerine ulaşmayı “tercih edenler” de var. Benimle çalışmak isteyenler, beni sosyal medyada paylaştığım şeyler nedeniyle buluyorlar ve danışanlarım yaşamlarında gerçekleştirebileceklerine dahi inanmadıkları dönüşümler yaşıyor ve yalnızlığa falan itilmiyorlar.

Merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş

Esra hanım devam ediyor: “Dünyanın en insani duygusu olan acı çekmek bir tür hastalık oldu. Zaten doğası gereği acıdan uzaklaşma meylinde olan insan için acı öyle bir canavarlaştı ki acı çekince hastalandık zanneder olduk.”

Yahu, işte biz de tam bundan söz ediyoruz ya! Acı çekince hastalanıyor insanlar. Son 40 yıldır yapılan bilimsel araştırmalar (Hologram Teorisi, Psikoloji, Pozitif Psikoloji, Kuantum Fiziği, Heart Math Isntitute, Meta Health University vb.) iki çok önemli sonuç çıkardı ortaya:

  • Hissettiğimiz duyguların fiziksel sağlımız üstünde doğrudan ve çok büyük etkisi var. İyi hissediyorsak vücudumuzun ürettiği kimyasallar yapıcı, kötü hissederken ürettiğimiz kimyasallar yıkıcı! Uzun süre acı çekmek vücutta asidik etki yaratıyor; iyi hissettiğinizdeyse vücut daha alkali.
  • İnsan nasıl hissedeceğini tercih edebiliyor. 0-6 yaş arasında hangi duygu durumuna girdiğimizde etrafın bize nasıl reaksiyon gösterdiğine göre karakterimizi ve iletişim stratejilerimizi geliştiriyoruz. Bu strateji bilinçaltımızda yani içgüdüsel beynimizde (“Sürüngen Beyin” de denir) bir program olarak kaydediliyor. Bu program olumsuz ise, hayatımızın herhangi bir zamanında programı silip yerine olumlusunu koymamız mümkün.

Tam bu noktada “Zaten doğası gereği acıdan uzaklaşma meylinde olan insan…” ifadesiyle ilgili de konuşmak gerek. Bu da bir saptama ama yine bir kaynak ve rasyonel yok. “Neye göre? Kime göre?” sorularının cevabı muallak. Sadece Esra Sert’e göre ise yine söyleyecek bir şey olamaz; saygı duyarım ama öyle yazmıyor. Cümle “zaten” diye başlıyor; neye istinaden “Zaten”?

Oysa psikolojide en sık rastlanan olgulardan biri “kurban psikolojisi” değil mi? Tarih boyunca sayısız insanda bu kısıtlayıcı inanç görülmemiş mi? Bu psikolojinin; kişiyi sürekli mağdur, hakkını savunamaz, kaderine razı duruma soktuğu, adım atmaktan alıkoyduğu ve hatta fiziksel hastalıklara dönüştüğü sayısız örnekle yaşanmış değil mi? Bunun neresi acıdan kaçınmak!

Dünyanın en insani duygusu…

Esra Sert “Hipnotik Dil Kalıpları” eğitiminde öğrettiğimiz bazı teknikleri (belki de farkında olmadan) kullanıyor yazısında. Tıpkı “Zaten doğası gereği acıdan uzaklaşma meylinde olan insan…” ya da daha yukarıda geçen “ABD’ye yolu düşen herkesin bildiği gibi” ifadelerinde olduğu gibi şu tanımda da genelleme ve abartıyı harika kullanıyor: “Dünyanın en insani duygusu acı”

Neşe, coşku, mutluluk, sevinç falan duygu değil mi? Elbette duygular ama “EN insani duygu acı”(!)

İnsani özelliklerimiz önemlidir, bir miktar korunmalıdır da katılıyorum. Ama insani özelliklerimizin hepsine dört elle sarılarak sahip çıkmalı mıyız gerçekten?

Örnekle açıklayayım; yaklaşık 20 yıl önce Datça, Palamutbükü… Kızlı-erkekli bir grup restoranda yemek yiyoruz. O dönem şimdiki gibi değil; 2, bilemedin 3 tane restoran var Palamutbükü’nde. Bizim oturduğumuz restoran limanda olduğu için, yanaşan yelkenlilerdeki yabancılar da burayı tercih ediyorlar, mekan oldukça kalabalık.

Restoranın sahibini tanıyorduk ve kahvelerimizi içip kalkacağımızı, dilerse bizim masadaki boş yerlere misafir alabileceğini söyledik. Bir Alman grup geldi oturdu; neşeli, bizle yaşıt erkekler ve kızlar. Bira söylediler, biz de hoş-beş muhabbet ediyoruz onlarla. Bu keyifli ortamda Alman çocuklardan biri geğirdi.

Doğru anlatmak isterim: Ağzını kapatıp “Bırpsss” diye gaz çıkarmadı, “GÖÖÖAARGK!” diye geğirdi.

Kısa bir sessizlik oldu, nezaketen duymamış gibi yaptık… Hadi bir daha! 3, 4, 5 derken; bizim ekipten Ediz “Yeter artık” dedi, “Yapma”. Ağustos’un ortasında, Datça’da buz gibi oldu masa. Alman çocuk çok rahat bir şekilde açıkladı: “Dostum, bira içiyorum, gaz yapıyor, geğiriyorum. Son derece insani”. Ediz gelişine cevap verdi: “Ben de bira içtim, çişim geliyor ve şimdi çıkartıp suratına yapacağım. Son derece insani”. Alman arkadaş biraz dikkatli olsa (Gaz çıkarma demiyorum, yine çıkar ama insan ol ya. Ne o öyle ejderha gibi kükreye kükreye), kimse onun gaz çıkarmasına takılmayacak. Çünkü bunun insani olduğunu biliyoruz ama bunu gözümüze sokmanın âlemi yok.

Ya da daha uç bir örnek vereyim: Mesela savaş sırasında ülkeni ve insanlarını korumak için insan öldürüyorsun. Peki, hamaseti bırakalım: Sen öldürmezsen onlar seni öldürecekler; hayatta kalmak için öldürüyorsun. Yani son derece insani! Ama market alışverişine gidip, park yerinde tartıştığın adamı öldürdüğünde o kadar da insani değil.

“Acı insanidir, çekiniz” mi acaba?

Acı insanidir ve acıyı bastırmak hem psikolojik sorunlara hem de fiziksel rahatsızlıklara neden olur. Dolayısıyla acı söz konusuysa acı yaşanmalıdır. Bu anlamda “insani” olan bu durumu kabul edip acının vücudumuzdan ve ruhumuzdan akıp geçmesine izin vermeliyiz. Bu doğru; ama bu acı “çekmemiz” gerektiği anlamına gelmiyor.

Birisi mi öldü? Elbette üzülüyor insan. Yasını da tutuyor ve hatta yıllar sonra durup dururken hatırlayıp özlüyor, burnunun direği de sızlıyor. Acı insani bir duygu, evet! Ama onu neden taşıyayım ki? Eğer; kişisel gelişimden, pozitif düşünceden, potansiyelini fark edip yaşamaktan öğrendiğim şeyleri sabah uyguladığımda kendimi iyi hissediyor ve günümü daha iyi geçiriyorsam acı çekmeyi neden tercih edeyim?

Hâlbuki gariban acı sadece hissedilmek ister, başka da derdi yoktur. Hissedilince dostunuz olur. Gerzek gerzek gülümsemenize lüzum kalmaz.  Avokado masrafından kurtulursunuz.” demiş Esra Sert; matrak ve esprili dilini tebrik etmekle birlikte “Bir acının ‘garibanlığı’na üzülüp acı çekmediğimiz kalmıştı!” demekten kendimi geri alamıyorum. Acının kendisi için acı çekmeyi önermek oldukça ilginç bir yaklaşım hakikaten. Esra Hanım acı çekmeyi seviyor olabilir ve bu da insani bir tercihtir fakat keşke bunu bize önermese, acısıyla baş başa yaşasalar bu saadeti, bizi hiç karıştırmasalar.

Herkese “Bilgece tercihler” diliyorum

Esra Sert, belki de yazıyı yazdığı sabah tersinden kalktı ve yolda baktığı Instagram hesaplarına sinir oldu da bunları yazdı; bilemiyorum. Bildiğim şey şu: Baştan beri söylediğim gibi bunlar kendisinin kişisel görüşleri, kendi tercihleridir ve saygı duyarım. Ve bir yandan da kendisine şu tecrübemi aktarmak isterim: Bunca yıldır eğitimlerini alıp uyguladığım ve uygulattığım “pozitif düşünme” ve “potansiyelini yaşama” teknikleri, kendisinin kaleme aldığı bu kişisel görüşlerin tam aksine sonuçlar yaratıyor danışanlarımın hayatında.

Pozitif düşünme ve potansiyelini yaşama teknikleri sayesinde, bambaşka bir hayata kapılarınızı açabilirsiniz.

Esra Sert’in söylediklerine inanmayın! “Gariban acıyı hissedip onunla dost olmak” Esra Sert’in tercihi. Benim söylediklerime de inanmayın! “Acıyı vücudumdan, ruhumdan ve hayatımdan mümkün mertebe hızla akıtıp, her ne olursa olsun iyi hissetmeye odaklanmak” da benim tercihim.

Aslında hiçbir şeye körü körüne inanmayın, ne olur! Okuduklarınızdan ne kadar etkilenirseniz etkilenin; mutlaka inceleyin, araştırın, deşin, kazın ve merakla size hitap eden, aklınıza yatan bilgiyi bulun. Hissedin onu; izin verin o bilgi size ait olsun.

Ve aşağıdakileri daima hatırlayın:

  1. Acı çekmek de iyi hissetmek de bir tercihtir.
  2. Duygusal durumunuzu tek bir saniyede değiştirebilirsiniz.
  3. Hayat sizin ona verdiğiniz anlamdan ibarettir.

Kişisel gelişim, potansiyelinizi yaşamak, tercihleri değiştirmek ve kısıtlayıcı inançları güçlendirici olanlara dönüştürmek istiyorsanız bana ulaşın: tolga@powercoaching.us

Daima faydanıza olan duyguları tercih edebildiğiniz, hayatın keyfini çıkardığınız ve muhteşem seçimlerle yaşamınızı dönüştürdüğünüz harika bir hafta olsun.

V. Tolga Hancı: Doğma büyüme İstanbul'lu Tolga, 20 yıllık reklamcılık kariyerini danışmanlığa, ve oradan da koçluk ve eğitmenliğe dönüştürmüş bir yüksek performans stratejisti. Çalıştığı kişi ve kurumların; hayatın her alanında sınırsız potansiyellerinin % 100'ünü kullanarak, daima yüksek performansta kalabilmeleri için stratejiler üretiyor. Power Coaching'in ve Anthony Robbins Türkiye oluşumlarının kurucu ortağı. Birlikte çalışacağı kişi ve kurumların hedef ve hayallerini merak ediyor ve şöyle söylüyor: "İstiyorsan yaparsın! Asıl soru şu: Harekete geçmek için ne kadar isteklisin?"

‘Evdeki herkes barista’: Bosch VeroBarista ile kahve deneyiminizi zirveye taşıyın

Kahve, şüphesiz ki pek çoğumuz için lezzetli bir içecekten çok daha fazlası; adeta bir tutku, bir ritüel… Sabahın ilk ışıklarında enerji veren, gün içindeki küçük molalarda kendimizi şımartmamızı sağlayan, bazense sohbetlerin tadını ikiye katlayan en keyifli eşlikçi. O yüzden günün farklı anlarını, farklı kahvelerle taçlandırmak gibisi yok; ne de olsa her anın kendine has bir kahvesi var. Güne enerjik bir başlangıç yapmak için yoğun aromalı bir americano ya da gün içinde en sevdiğimiz tatlının yanında yumuşak içimli bir cappuccino en iyi seçim olabilir.



Peki ya bu seçimlerimizi evde barista ustalığıyla hazırlayabilir miyiz? Elbette. Bosch Tam Otomatik Kahve Makinesi VeroBarista ile günün her anına ve her damak tadına uygun lezzetli kahveler hazırlamak mümkün; çünkü VeroBarista ile evdeki herkes barista. Her fincanınızı ustalık eserine dönüştürmeye hazırsanız, işte VeroBarista ile yapabilecekleriniz:

Kahve çekirdeklerini dilediğiniz gibi öğütebilirsiniz

Barista ustalığında lezzetli kahveler hazırlayabilmenin ilk adımı, kahve çekirdeklerini doğru bir şekilde öğütmekten ve tazeliği korumaktan geçiyor. Güzel haber; VeroBarista tüm bunları sizin için yapıyor. CreamDrive, yüksek kaliteli seramik kahve öğütme ünitesi ve özel aroma koruyucu çekirdek haznesi ile günün her saati taze çekilmiş kahve çekirdekleriniz hazır.

Üstelik çekirdek öğütme inceliğini de dilediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Arka arkaya iki öğütme ve ısıtma sayesinde ekstra güçlü kahvenizi tadı daha az acı olacak şekilde hazırlayabilirsiniz. AromaDouble Shot Fonksiyonu ile kahve aromasından ödün vermeden ekstra yoğun kahveler hazırlamak da mümkün. E bir barista daha ne ister, öyle değil mi?

Farklı anları, farklı kahve çeşitleriyle taçlandırabilirsiniz

Taze çekilmiş kahve çekirdeklerinin mis kokusunun yanı sıra kahve hazırlamanın en güzel yanlarından biri de hiç şüphesiz her damak zevkine uygun farklı seçenekler yapabilmek. Sert tatları sevenler, yumuşak içim tercih edenler ya da daha eğlenceli köpüklü bir şeyler arayanlar… VeroBarista’da herkes için bir şeyler var. Cappuccino, flat white, latte macchiato, sütlü kahve, OneTouch Function ile hepsini tek tuşla hazırlayabilirsiniz. Dahası, yoğun tatları seviyorsanız americanonuz da VeroBarista ile hazır.

Belirtmekte fayda var ki; bir barista ustalığında kahve hazırlayabilmek için özellikle sütlü kahvelerde doğru lezzeti yakalayabilmenin en önemli sırrı sütün sıcaklığını ve kıvamını doğru ayarlayabilmek. Neyse ki VeroBarista, ideal demleme sıcaklığı konusunda tam bir usta. Sütlü kahvelerde bile mükemmel sıcaklığı yakalıyor, süt köpüğü ve sıcak su hazırlama seçenekleri ile her kahve türünü lezzetten ödün vermeden hazırlıyor. Ayrıca sütlü kahveleriniz için de hortumlu süt adaptörü sayesinde esnek çözümler sunuyor. İster kutudan, ister şişeden, ister kendi termosundan süt alın, VeroBarista ile sonuç hep aynı; hep mükemmel.



Kişisel tercihlerinizi kaydedebilirsiniz

Geçek bir barista kahve hazırlarken mutlaka kişisel dokunuşlarıyla fark yaratır; VeroBarista da evdeki herkesin kendi ‘barista’ dokunuşunu ekleyebilmesi için kişiselleştirilmiş tercihlere göre 4 adede kadar favori kahve kaydedebilme özelliğine sahip. Böylece her yudumda tam da istediğiniz gibi bir lezzete kavuşabilirsiniz. Ayrıca evinizde baristalığı başkasına devretmeniz gereken anlarda da kahvenizin yine tam istediğiniz gibi hazırlanacağından da emin olabilirsiniz 🙂 Sıfır risk, bol lezzet…

En sevdiğiniz kahveyi, en sevdiğiniz fincanda içebilmeniz için de VeroBarista üstüne düşeni yapıyor ve yüksekliği ayarlanabilir kahve çıkışı sayesinde 15 cm yüksekliğe kadar ayarlanabiliyor. En uzun latte macchiato bardaklarınızı bile rahatlıkla kullanabilirsiniz.

Zamandan ve enerjiden tasarruf edebilirsiniz

Kahve hazırlarken lezzet kadar önemli bir şey daha varsa; o da şüphesiz ki zamandan ve enerjiden tasarruf edebilmek. VeroBarista, minimum ısınma süresiyle 45 saniye gibi çok kısa bir zamanda kahvenizi hazır hale getiriyor. Ayrıca her kahveden sonra autoMilkClean süt temizleme sistemi ile tam otomatik temizlik sunuyor ve kolayca çıkartılabilir damlama tepsisi, kahve posası kabı ve süt ağızlıkları bulaşık makinesinde yıkanabiliyor. Yani kahve keyfiniz bittiğinde sizi temizlikle hiç yormuyor. Ve son olarak ZeroEnergy Auto-off otomatik kapanma özelliği ile belirlenen saatten sonra enerji tasarrufu yapmak için kapanıyor, sizi düşündüğü kadar çevreyi de düşünüyor. Kim hem çok lezzetli kahveler yapan hem de akıllı özellikleriyle kahve hazırlamayı mükemmel bir deneyime dönüştüren böylesi bir yardımcıyı evinde istemez ki?

Siz de evinizin baristası olmaya hazırsanız, en lezzetli kahveleri kendi damak tadınıza göre ayarlamak ve her defasında mükemmel sonuçlar elde etmek için hemen tıklayabilir, VeroBarista ile tanışabilirsiniz.

*Bu yazı Bosch katkılarıyla hazırlanmıştır.





21 Günde Ustalaş: Hayatınızı dönüştürmenin kısa rehberi

Günümüz dünyasında insanlar hızlı ve etkili çözümler ararken, uzun vadeli değişikliklerin ne kadar süre gerektirdiği sorusu akıllarda yer ediyor. Araştırmalar, bir alışkanlık kazanmanın 21 günlük bir süreç olduğunu belirtiyor. Bu gerçek, “21 Günde Ustalaş” serisini şekillendiren temel düşünce. Omega Yayınları’nın yayımladığı ve Marie-Claire Carlyle, Leon Nacson ve David A. Phillips gibi alanında prestijli yazarların katkıda bulunduğu seri, hayatın farklı alanlarında bir dönüşüm yaşamak isteyen okurlara kısa ama derinlemesine bir yolculuk sunuyor. Peki, bu serinin her kitabı, okura nasıl dokunuyor? Gelin, seriye birlikte göz atalım.



Marie-Claire Carlyle-Para Mıknatısı: Zenginliğe Giden Yolda Bir Yol Haritası

Serinin ilk kitabı olan Para Mıknatısı, parayla olan ilişkimize yeni bir perspektif getiriyor. Carlyle, paranın sadece maddi bir unsur olmadığını, aynı zamanda kişisel değerimizin ve başkalarına sunduğumuz katkının bir yansıması olduğunu öne sürüyor. Kitap, okuyucuları “zengin” olmanın ötesine taşıyarak, yaşamlarında gerçekten neye değer verdiklerini sorgulamalarına yardımcı oluyor. Paranın bir enerji olduğu fikri üzerine kurulu bu kitap, hayata daha fazla refah çekmek isteyenler için önemli adımlar sunuyor. Okur, mevcut finansal alışkanlıklarını gözden geçirmeye ve “para mıknatısı” olma yolunda ilerlemeye davet ediliyor. Carlyle’ın dili basit ama etkileyici. Kitap, “Paranın Değeri” ve “Niyet Etmenin Gücü” gibi bölümlerle, paraya olan bakış açınızı tamamen değiştirebilir. Ancak bu kitap, sadece bir kişisel gelişim kitabı değil; alışkanlıkları kökten dönüştürmek isteyen herkes için bir rehber niteliğinde. Para ve refah konusunda mevcut düşünce kalıplarını yıkmak isteyen okurlar için güçlü bir başlangıç noktası sunuyor.

Leon Nacson-Rüyalar: Bilinçaltınızı Keşfetmek İçin Bir Araç

Serinin ikinci kitabı olan Rüyalar, sadece uyku sırasında yaşadığımız olayların ötesinde, bilinçaltımızın derinlerine bir yolculuk yapmamıza yardımcı oluyor. Nacson, rüyaların anlamını çözebilmek için onları hatırlamanın önemini vurgularken, okuyuculara kendi rüya günlüğünü tutmanın faydalarından bahsediyor. Modern yaşamın karmaşasında, rüyalarla ilgili sembollerin ve temaların nasıl çözüleceğine dair pratik bilgiler sunuyor. Kitap, rüya yorumlamada bireysel deneyime önem vererek okuyucunun kendi rüyalarının dilini öğrenmesini sağlıyor. Rüyaların sembolizmi üzerine yoğunlaşan bölümler, okurun bilinçaltına dair ipuçlarını yakalamasını kolaylaştırıyor. “Düşmek, Uçmak ve Kovalanmak” gibi herkesin yaşamış olabileceği rüya temalarına açıklık getirirken, kişinin ruhsal yolculuğunda bir rehber olma niteliği taşıyor. Nacson, rüyaların günlük hayatımızdaki yansımalarına dikkat çekiyor; bu da kitabı okura bilinçaltıyla ilgili derin bir keşif fırsatı sunan önemli bir araç haline getiriyor.

David A. Phillips-Numeroloji: Sayıların Gizemli Dünyası

Üçüncü kitap Numeroloji ise, yaşamın derin sırlarını anlamak için sayıların gücüne odaklanıyor. Phillips, Pisagor’un öğretilerine dayanan bu kadim bilim dalını modern hayata uyarlayarak, insanların kendilerini ve çevrelerindekileri daha iyi anlamalarına yardımcı olmayı hedefliyor. Numeroloji, sadece kişilik analizi değil; aynı zamanda kariyer seçimleri, ilişkiler ve ruhsal gelişim açısından da rehberlik sunuyor. Phillips, kitabında sayılara dair teorik bilgilere ek olarak, gerçek dünyadan ünlü örnekler sunarak konuyu daha somut bir hale getiriyor. “Ruh Sayıları” ve “Adların Gücü” gibi bölümler, okurların kişisel yaşamlarına dair önemli çıkarımlar yapmasına olanak tanıyor. Numerolojiye ilgi duymayanlar bile, bu kitap sayesinde yaşamlarını yeni bir gözle değerlendirmeye başlayabilir.

21 Günlük Yolculuk: Alışkanlıklar ve Dönüşüm

Bu seri, alışkanlıkların nasıl şekillendiğine ve yaşamda yeniye yer açmanın neden önemli olduğuna dair kapsamlı bir rehber niteliğinde. Her kitap, 21 gün boyunca okuru derin bir içsel yolculuğa çıkarıyor ve bir yandan kısa süreli bir rehber gibi görünse de her birinin arkasında büyük bir felsefi altyapı bulunuyor. Para Mıknatısı, finansal refahın anahtarlarını sunarken; Rüyalar bilinçaltımızı çözmemize yardım ediyor ve Numeroloji kişisel potansiyelimizi anlamamıza kapı aralıyor. Bu serinin en büyük gücü, herkesin hayatında bir noktada değişiklik yapma ihtiyacını hissetmesi ve 21 gün boyunca süren bu küçük ama etkili adımların, büyük dönüşümlere yol açma potansiyelinde yatıyor. Her kitap, farklı bir tema etrafında dönse de ortak payda: Bireyin kendi gücünün farkına varmasını sağlamak ve bunu bir alışkanlığa dönüştürmek.



Sonuç olarak, “21 Günde Ustalaş” serisi, hayatta bir adım öne geçmek ve yeni bir başlangıç yapmak isteyenler için ilham verici bir çalışma. Her kitabın derinliği, okurun kendine dair yeni keşifler yapmasına olanak tanıyor. Seriyi okurken hem kişisel gelişiminize katkıda bulunacak hem de alışkanlıklarınızı yeniden gözden geçireceksiniz. Hayatta yeni bir sayfa açmak için siz de bu 21 günlük yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

Bu yazı Deniz Poyraz tarafından kaleme alınmıştır.

İlginizi çekebilir: Yaratıcılık bir hayal mi? Yaratıcı olmak mümkün mü? İyi ama nasıl?





İlgili Makale