Diyelim ki birine fena bozuldun, canın çok sıkkın.
Veya çok kızdın. Hatta öfkelisin.
Veya koca bir alınganlık kapladı yüreğini. Anlaşılmadığını hissediyorsun.
Ya da yok sayıldığını…
Duyulmuyor sesin. Seni gören yok.
Belki yanlış anlaşıldığın bir durum yaşadın. Kendini yeniden anlatmak derdindesin.
İçin fena sıkılmış.
Neresinden tutsan elinde kalıyor.
Olmuyor mu böyle şeyler? Oluyor.
Sıkıntı gelip oturuyor yüreğinin tam ortasına, davetsiz misafir gibi. Sonra seyirlik film başlıyor. Uçsuz bucaksız evrende toz zerreciği kadar olduğunu unutup derdinin büyüklüğüne yanmaya başlıyor insan. Kaşıdıkça kaşıyası geliyor yarayı. Mevzunun muhatabından başka birine gidip dert yanmak da en doğru yolmuş gibi geliyor o alevli anlarda.
Kurbanlığını ilan edip, sana taraf olacak birini bulamazsan, bu kez zihinde ikiye bölünüyor insan. Biri ağlıyor, diğeri ahhlar vahhlar yağdırmaya başlıyor. Biri diyor “yazık bana, tüü kaka ona”, diğeri cevap veriyor “tabi canım, haksızlık bu!” Zaman aşımına uğrayana kadar devam ediyor bu iç muhasebe.
İpleri eline alıp “bi susun iki dakika” diye resti çekmezsen, o iki tarafın içinde sürüklene sürüklene giriyorsun bilmediğin yollara, sonrası kaybolma… Duygusunun içinde kaybolan, zihninin esiri olan bizden başka bir canlı türü var mı acaba?!
Bazen de olanı kabul etmek ağır geldiğinden ya “hiç olmamış gibi yapmaya” meylediyoruz ya da olmakta olanı olmasın diye yönünü değiştirmeye çabalıyoruz. En büyük yanılgı; hayatta bir şeyleri kontrol edebildiğimiz düşüncesi bence. O yüzden o tatsız şeyler olmaya başladığında, en çok da duygunun en yükseklere çıktığı o anlarda, tam anlamıyla beceremesek bile keşke olana teslim olmayı aklımıza getirebilsek.
Kendimizi bir dramın içinde görmeye başlayınca bu kez onu besleyecek şeyler aramaya başlıyoruz. Haybeye değil bunca acılı, kederli, isyankar şarkılarımız… Hemen açıp damar bir şarkı, boşluğa bakarak oturasım geliyor. Omuzlarım düşmüş, üzgün…
Kendi kendimizin önderi, iyileştiricisi, sakinleştiricisi, öğretmeni olmamız gerekiyor bazen. Öyle anlarda kendime şunu hatırlatıyorum; hissettiğim kızgınlığa, küskünlüğe, kırgınlığa rağmen içimdeki sevgi çok büyük ve yaşadığım tecrübenin çok çok ötesinde. Bunu dediğim anda her şey toz pembe olmuyor ama geçeceğini bilmek rahatlatıyor.
Her duygu geçiyor, her şey değişiyor. Şu anda yoğun hissettiğim şey sonsuza dek sürmeyecek. En büyük acılar bile zamanla şifa buluyorken, hayati olmayan günlük sıkıntıların etkisi ne kadar sürebilir ki? Gece olduysa, illaki sabah yakındır. Her şey zıttıyla var oluyor. Değişecek. Bunu bilmek, hatırlamak iyi geliyor.
İçimde hissettiğim duygudan kaçmaya çalışmıyorum. Hem duygunun bedenimde bir kimyası var. Onu görmezden gelemem. Kendime; üzülmek, kırılmak, ağlamak, darılmak, alınmak, kızmak, öfkelenmek için izin veriyorum. Hakkındır ağla diyorum. Sırtımı sıvazlıyorum kendimin. Düşünce kendime ilk kendim sarılıyorum. Çocuk avutur gibi avutuyorum kendimi. Mevzu neyse çözeriz merak etme diyorum. Sanki bir ben var o anları yaşayan, bir başka ben daha var ilk Seval’i izleyen.
Canımı sıkan konu bir insanla alakalıysa şunları hatırlatıyorum kendime:
- Herkes kendi zemininden konuşur, davranır.Ve ben o zemini asla tam olarak bilemem. Ve gördüğüm davranışın aslında benimle bir alakası yok. Karşımdaki kendi hikayesini anlatıyor sadece. Böyle olunca “Bana nasıl bunu yapar!”, “Ben bu sözlerini, bu davranışı hak etmedim”, “Neden ben!” gibi düşünceler toz oluyor. Mevzunun benimle hiç alakası yok çünkü, biliyorum. Ayrıca başkasını yargıladığımda aslında kendimi yargılamış olduğumu da biliyorum. Çünkü o benim aynam. En iyisi anlayışımı genişletmeye niyet etmek.
- Yine de insanız, duygular oluşuyor illa ki. Olayları analiz etmektense niyeti anlamaya çalışmak daha anlamlı geliyor bana artık. Kötü niyetli olmadığını düşündüğüm bir kişiyse zaten mevzu uzamadan tatlıya bağlanıyor. Tamam diyorum yahu kötü niyetinden değil, kim bilir hangi hayat tecrübesinin etkisiyle böyle böyle yapmıştır. Niyetle ilgili kötü kokular geliyorsa o zaman da tamamen uzaklaşmayı tercih ediyorum. Tamam diyorum “benim bununla işim olmaz”. Üzülecek bir şey kalmıyor.
- Eskiden olsa, herhangi bir tatsızlık yaşanırsa hemen konuşulsun, her şey detaylıca analiz edilsin, gerekirse özürler dilensin veya kavgalar edilsin ama ne olursa olsun ama asla susulmasın derdim. Yine bir yanım bu tarafa yakın olmakla birlikte bazen akışına bırakmak da en kolay şifalanma yöntemi. Böyle olması gerekiyormuş diyorum.
Tüm bu telkinler, hatırlatmalar, kendimi iyi etme çabaları hep zihnimde olup bitiyor tabi. Bazen yeterli geliyor, bazense yoğun bir duyguyla sarsılmış bir bünyenin o esnada dengede kalabilmesi daha zor oluyor. O yüzden bedenin hareket etmesi tüm bu telkinlerden belki de daha etkili. Azra Kohen’in “Aeden” kitabından şöyle bir cümle var; “Çünkü ne zaman karışsa ancak bedeni harekete geçtiğinde zihni düşüncelerini düzenleyebilmekteydi.”*
- Ben de kalkıp dans ediyorum.Hareketli Hint müzikleriyle yaptığım saçma dansların etkisi bambaşka 🙂 İnsanın canı istemiyor öyle sıkkın anlarda ama biraz çabayla harekete başlayınca, şifası da anında geliyor. “Müzik, kalbin ritmini hatırlatıyordu duyularına, ruhunun derinliklerinde bir yerde zaten müzik yaşıyordu ama onu duymak sanki varoluşla mesajlaşmak gibi yaşamın ritmini bedene, kasa taşıyordu.”**
- Hareket, hele ki müzikle olursa, tüm dramayı dağıtmaya yetiyor. O an dans etmek için kendimi motive edemiyorsam, hiç değilse dışarı çıkıp biraz yürüyorum.
- Veya biraz yoga, o da olmazsa kısa bir nefes çalışması…
- Bazen de boyalarımdan yardım alıyorum. Aslında ben daha ziyade neşeliyken ve iyi hissederken çizim yapabiliyorum ama çizip boyamanın da şifalandırıcı bir yanı olduğuna kesinlikle inanıyorum. O yüzden canınız sıkkınken alın boyaları elinize, açın boş bir sayfa ve istediğiniz gibi boyayın, mandala çizin… Renklerin gücünü hissedin.
- Basit, sıradan bir şeye odaklanmak da insanın hüznünü dağıtmaya yardımcı oluyor. Örgü örmek, yemek yapmak, evde kaç zamandır ayıklanması gereken bir dolap, herhangi bir kendin yap projesi… Bir kere başladın mı bulutlar yavaş yavaş dağılıyor.
- Bazen ne yerimden kımıldamak, ne de renklerin dünyasına dalmak geliyor içimden! O zaman tek çare yazmak oluyor. Bırakın, kelimelerle eriyip gitsin içinizin derdi kederi. Ben yazarken içimi derleyip toparlıyormuşum gibi geliyor. Tıpkı tatsız bir akşamın sonunda çıkan bu yazıda olduğu gibi. “Akıl deneyime eremediğinde, zihin yaşanmışlıkların içindeki anlamları bulamadığında yazmalı insan.”*** Şimdi bu doğru değil de, ne?!
Bazen öyle anlar oluyor ki kendi kendine yetemiyor insan. Biliyorum ki sıkıntılarımı tek başıma çözmek zorunda değilim, yardım isteyebilirim. İnsanın “bir” hissettiği bir hayat arkadaşının olması büyük bir şükür sebebi. O zaman kendimi O’na bırakıyorum. Sarılıp sarmalanmak, sıcak bir fincan çay, biraz ilgi alaka yetiyor da artıyor bile. İnanıyorum ki;
“Hayat bizi zorladığında aslında gelişime çağırıyordur. Tekamülümüz için fırsat veriyordur.” ****
Her şey her an değişiyor!
O şey, sandığım kadar önemli olmayabilir!
Ve içimdeki sevgi çok büyük!
Tüm bu satırların nihayetinde şunu söylemek isterim ki niyetim “dertlerimizden kurtulmanın etkili yolları” yazısı yazmak değildi. Negatif bir duyguyu ortadan kaldırıp bir an önce mutlu hayatımıza geri dönmek de değil doğru olan.
Hayatta sürekli mutlu olmalıyız gibi bir yanılgıya düştüğümüz oluyor. Halbuki negatif ve pozitifi deneyimlemek ve dengeyi bulabilmek önemli olan. Bu sebeple bu bir kendince “yeniden dengeyi bulma denemeleri” yazısı olsun.
Sevgiler…
Seval
*: Aeden – Azra Kohen; *Sayfa 73, **Sayfa 179, ***Sayfa 189 , ****Sayfa 75