Kaygı, insanın olabilecek aksiliklere karşı kendini önceden hazırlanması, gardını alması, bir anlamda aksilik karşısında prova yapması anlamına geldiği için gereklidir. Bu duygu, kendimizi korumak için binlerce yılda geliştirdiğimiz bir mekanizmadır. Ancak kendinizi fazla kaygılı buluyorsanız, dönüp kültürünüze bir bakın. Kültür, farkında olmasak da, duygularımızı şekillendiren en önemli etkenlerden biridir.
Türk kültürü, kaygıyı besler. Bunu iki temel değeriyle yapar: Toplulukçuluk ve belirsizlikten kaçınma.
Toplulukçu kültür, sosyal kaygıyı canlı tutar. Çünkü toplulukçuluğun en önemli özelliği, uyum çabasıdır. Kişi çıkıntı olmaktan, içinde yaşadığı gruba ters düşmekten kaçınır. Bu yüzden başkalarına nasıl göründüğü ile ilgili farkındalığı, sosyal kaygısı yüksek olabilir. “Aman rezil olmayalım” düsturuyla kendini sıkça frenler. Rahat ve umarsız olmakta zorlanır.
Belirsizlikten kaçınma, daha az bilinen bir kültür değeri: Hayatın belirsizliği karşısında duyulan kaygıyı gösteriyor. Türk kültürü, bu boyutta 100 üzerinden 85 puan ile uçlarda yer alıyor. Bu düzeyde belirsizlikten kaçınma, bizi bilmediğimizden uzak durmaya yöneltiyor. “Bildiğimizden şaşmamak” hayatın her alanında kendini gösterir:
Nereye alışmışsak tatilimizde oraya gideriz. Yeni bir yer denemek zor gelir.
Çocuklarımıza sürekli “koşma, düşersin”, “dokunma cıss” der, adeta hareketsiz durmalarını isteriz. Çocuk büyüdüğünde bizim aklımızın yatmadığı işler yapması, farklı hobiler edinmesi ya da meslek seçmesi bizi tedirgin eder, engellemeye çalışırız.
Hastalanıyor gibiysek “ne olur ne olmaz” hemen antibiyotik alarak hastalığın önünü almaya çalışırız. Ülkemizde gereksiz antibiyotik kullanım oranı bu yüzden çok yüksektir.
Uzman, doktor, “bir bilen”e danışılan reklamlar başarılı olur. Bir ürünün ya da servisin emniyet sağlayacağı, işi sağlama alacağı vaatleri geçerli pazarlama taktikleridir.
“Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışan“ın vay haline; biz bildiğimiz şekilde baklava börek yeriz.
“Gelen gideni aratır” der, elimizdekine yapışırız. “Neme lazım?” der, yeni ve değişik olandan uzak dururuz. Bilmediğimiz sularda yüzmeyiz.
Örf, adet ve gelenekler çok önemlidir; düzeni bozmak istemeyiz. “Bildik düzen”i arayarak sürprizleri önlemek, geleceği öngörmek isteriz. Avrupa Birliği tarafından yaptırılan bir araştırmada “Mutlulukla ilişkilendirdiğiniz değerler nelerdir?” sorusuna Türkiye’den verilen cevaplar arasında “düzen” ve “inanç”, diğer 26 ülke ortalamasının çok üstündedir (İnanç için Avrupa ortalaması: %9, Türkiye: %19; Düzen için Avrupa ortalaması: %7, Türkiye ortalaması: %12).
İş hayatında astımızı, üstümüzü, sorumluluklarımızı net olarak bilmek isteriz; silik sınırlar bize göre değildir. “İnovatif olmak” gerektiği için “icat çıkart” diye kampanyalar yapar, yarışmalar düzenleriz ama bir yandan da düzenimiz bozulacak diye icat çıkartılsın istemeyiz. Sıra dışı düşüncelerden hoşlanmayız. Sonuç olarak iş hayatının moda kavramı “inovasyon” lafta kalır. Yeniliklere ustaca uyum sağlar, ama öncülük etmekte zorlanırız.
Sürekli dilimizde olan inşallah, maşallah’lar dahi bir şekilde olası aksiliklere karşı bir iyi dilek, bir önlemdir. Kaygı, bir dereceye kadar, olumsuz bir duygu değil. Ancak size zarar verdiğini hissediyorsanız, kültürümüzün başka bir özelliğine sığının: işi şansa bırakma, tevekkül, kervan yolda düzülür zihniyeti. Bunlar da kolektif bilinçaltımızda mevcut. Bilinçle bu zihniyeti uyandırın!
Bütün referanslar ve daha ayrıntılı bilgi için:
Türk’ün Aklı Nasıl Çalışır?
İlginizi çekebilir: Hayatı mı kendinize uydurmaya çalışıyorsunuz, kendinizi mi hayata?