Naftalin kokulu bir çocukluk anısı sizi onarabilir mi?
İlkokuldayken en yakın arkadaşım Gizem’e giderdim bazen okul çıkışlarında. O kadar heyecanlanırdım ki… O günün sabahında annemden izin almanın verdiği heyecanla neşe içerisinde okula hazırlanır, çantama da okul çıkışında rahat oynayabilelim diye bir eşofman sıkıştırıverirdim.
Derslerimi büyük bir dikkatle dinler, öğretmen ertesi güne ödev vermesin diye de içten içe dua ederdim. Neredeyse haftanın 3 günü yaptığım bu aktiveye neden her seferinde bu kadar heyecanlandığımı bilemesem de, hep aynı sevinçle beklerdim o günün gelmesini.
Gizem hayattaki en yakın dostum, aynı sırayı paylaştığım arkadaşımdı. Öğretmen kızıydı. Sonraları, çocuk aklı ile onun hayatına içten içe öykündüğümü kendime itiraf etmem zaman aldı. Yaşadığımız şehirden çok uzakta, o zamanlar için çok uzak gibi gelen başkentte anneannesi yaşardı. Sarı saçları her daim yapılı, bakımlı bir kadındı. Benim için son derece uzak bir siluetti bu anneanne. Zira benim annemin annesi bizim için “nene” olan biriydi. Tülbent takardı, saçlarını görme şansım olduğunda ise gözüme gelen tek renk ipeksi bir beyazdı.
Benden farklıydı işte her haliyle, Gizem. Her gün birbirinden farklı kalem kutularıyla gelirdi okula. Hiçbir zaman benim sahip olamayacağım, büyük, sanki tek seferde hayattaki bütün yanlışlarımızı da silecek gibi kocaman silgileri vardı ve birbirinden çeşitli de kalemleri. Bir keresinde anneannesi Ankara’dan gelirken, ona fil şablonlu simsiyah renkli papirüsten kartlar getirmişti. Üzerine sadece özel kalemi ile yazılacak kartlar… Gizem’e Amerika’daki teyzesine o kartlara istediğini rahatça yazabilmesi için bir sürü almıştı anneannesi. Gizem özel günlerde o kartlarla yılbaşını, kuzeninin doğum gününü filan kutlar, gönderirdi.
Benim için sahip olması neredeyse imkansız bu kartlardan tam 4 tane de bana vermişti Gizem. Uzaktaki abilerime yazıp göndereyim diye… Nasıl sevindiğimi anlatamam. Kartları bana uzattığında, “Al bunlarla sen de bir şeyler yap” demişti. Sevincimi nefesimi tutar gibi tutmuş, zarifçe teşekkür etmiştim arkadaşıma beni düşündüğü için. Sonra, odanın kapısını kapatıp koridorda zıplamak istemiştim çocuk aklımca. Ama tam da boydan boya camlı kapıyı kaparken, bir yerinden kırılmış olan cam parçasına, heyecanımın verdiği coşkuyla işaret parmağım deyivermişti. Oracıkta derimin parmağımdan sıyrıldığını görmüş, kanların bonkörce akışını izlemiştim.
Olanlara inanamıyordum. Nasıl yapmıştım bunu? Durumu anneme nasıl izah edecektim? Üzülecekti. Parmağımdaki acı ile baş etmeye çalışırken, düşündüğüm tek şey o siyah kartlara kan bulaşmamasıydı. Öyle ya, o kartlardan sadece ikimizde vardı ve ulaşılmazdı. Gizem’in annesi durumu fark edene kadar parmağıma bütün gücümle bastırıp kanı durdurmaya ve ayrılan deri parçasının düşmemesine çabalıyordum. Siyah kartları güvene almıştım zaten, artık kanı durdurmakla meşgul olabilirdim.
Gizem tüm bu olan bitenden habersiz içeride oyun oynamaya devam ederken, ben kapıda öylece duruyordum. Bir şekilde annesinin beni fark etmesiyle kanı durdurup mikrop kapmamasını sağladıktan sonra, çalan kapı zili ile çantamı kapıp ve tabii ki o çok kıymetli kartlarımı da alarak beni almaya gelen anneme koştum. Ona hızla olan biteni anlatıp parmağıma olanları es geçtim. Akşam eve gidip abilerime kart yazacağımı anlattım bir nefeste. Hiçbir zaman da yazmadım. Akşam sakinleyip odama geçince kesilen parmağıma uzun uzun baktım… O yaranın hiçbir zaman kapanmayacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Sızısının da… Günler geçtikçe yara kaynadı. Bu sefer de beyaz iz geçmedi. Ne zaman işaret parmağıma baksam hep o izi gördüm durdum uzun yıllarca.
Hayatın mizah anlayışı mı bu diye düşündürüyor bana bu anım. Bir anda kalbimi kelebek gibi çırpındıran bir olay yaşanırken, aynı anda yüzümü bulutlandıracak, canımı acıtacak, kimi zaman da kanatacak olayların olabileceğini daha 9 yaşındayken keşfettiğimi fark ediyorum şimdilerde. O iz benimle çok uzun seneler kaldı. Ve ben ne zaman umutsuzluğa kapılsam, “Neden bunlar benim başıma geliyor?” desem, önce o kartlara, sonra da o ize baktım. Acısı çoktan geçmişti elbette. Yaş aldıkça düşe kalka oluşan diğer tüm yaralarımız gibi o gitti, yerine başkası geldi. Yara hep vardı ve hayata dairdi. Mühim olan doğru zamanda, doğru müdahaleyi yapabilmeyi öğrenmek, yeri gelince kendi kendine de pansuman yapabilmekti.
Bir insan aynı anda hem mutlu olabilir hem de gölgelenebilirdi. Acı da bizim içindi, sevinç de… Ve dahası insanlar farklı coğrafyalarda, farklı ailelerde dünyaya gelip paylaşmayı bildikçe güzelleşiverirdi kısacık bir an için de olsa dünya. Gizem bana o kartları verirken eminim tüm bunların benim için anlamını bilmiyordu. Ben de bilmiyordum. Ama daha o yaşlardan paylaşmanın, azdan çoğalmanın önemini deneyimliyorduk.
Yıllar geçti ama ben hala o kartlara hiçbir şey yazmadım. Hangi şehre gitsem bugün hala benimle gelen o kartlara baktıkça hatırlıyorum paylaşmanın önemini, en geçmez dediğimiz yaraların da geçtiğini. Ve hatta izi kalır sandığımız yaralarımızın bile yok olduğunu.
Önemli olan o yaranın seni nereye taşıdığıymış! Ben yaramı saklayıp o kartlara beyaz yaldızlı kalemimle hala bana iyi hissettirecek notlar yazıyorum hayalimde, her zaman.
Peki, siz hangi yaranızı en kıymetli anınıza dönüştürdünüz? Zihninizin naftalin kokan anılarında gezinmeye var mısınız?
Sevgimle…
İlginizi çekebilir: Öz şefkatle şifa bulun: Şefkati önce kendinize sonra başkalarına verin