Nereden çıktı bu konu başlığı değil mi? Bir kere “mutsuzluk” kapı çalabilir mi? Kapı çaldığı durumda bir “dur” diyen çıkabilir mi? Eğer çalınan kapı bizim kapımızsa “dur” demek elimizde midir, veya ne yapsak boş mudur?
Samimiyetle ifade edeyim, bu başlık bana henüz “19” yaşında gencecik bir okuyucumun sorusu olarak geldi, tam olarak bunu sormaktaydı, ben kaç derece ateşler içinde henüz bir hastanenin acil servisinden gözümü açabilecek güçte henüz çıkmışken okudum bu soruyu ve içimden geçirdim “bugün muhteşem 33 yaşımdan 19 yaşıma cevap olarak yazacağım”.
Sevgili Hacer bu yazı senin için, kocaman kalbin, korkmadan sormaya cesaret ettiklerin ve beni bulduğun için, bakalım “mutsuzluk” kapımızı çaldığında ne yapacağız?
Şimdi hep birlikte uzun bir yolculuğa çıkacağız, fakat bilirsiniz uzun yolculuklara hazırlanırken yanımıza almamız gerekenler vardır. Bunlar aslında bizim o yolculuk için “ön gördüklerimizi” de belirler. Örneğin, eğer yolumuzda bizi türlü türlü tehlikelerin beklediği, kötü niyetli kişilerin olabileceği veya yolumuzu keserek bizi soymaya çalışabilecekleri gibi “tehlikeleri” bekliyorsak, hazırlığımız nasıl olurdu sizce? Tabi ki yanımıza müzik dinleyeceğimiz kulaklıklarımızı değil, bu tarz bir durumda “kendimizi savunmak” üzere göz yaşartıcı sprey, belki bir çakı vs. gibi araçlar almaya çalışırdık. Yani “kendimizi korumamız” veya dış dünyaya karşı “savunmamız” gerektiği inancımız, aslında henüz yola çıkmadan bile tercihlerimizi çoktan etkilemiş olurdu…
Henüz yolumuza çıkmadık peki bu yolculuk için nasıl bir ayakkabı tercih edeceğiz? Hava durumunu inceledik, evet yağmur yağabilir, eğer yolumuz sadece asfalt olmayacaksa yani bizler çamurların da içerisinden geçeceksek ve çetin şartların bizi beklediğini düşünüyorsak en ağır ayakkabılarımızı giyeceğiz, rahatlık bizim için ikinci plana atılmış olacak. Önceliğimiz “kendimizi korumak” yani ıslanmamak, yani çamurlara bulaşmamak veya varacağımız noktaya düşüp kalkmadan en kuru ve temiz şekilde varmak olacak. Fakat biz daha dışarıya bir adım bile atmadan “olası” ıslanmaya, “olası” çamura, “olası” kirlenmeye karşı çoktan zırhlarımızı takınmış olacağız…
Hayat işte aynı burada bahsettiğimiz gibi bir yolculuktur. Bizler doğduğumuz andan itibaren hayata dair olanları öğrenmeye başlarız. Kimimiz çok mutlu bir aile yaşantısı öğrenir, kimimiz küçücük yaşta anne babasından ayrı kalmayı öğrenir, bir diğeri çok para kazanmanın mutluluk kaynağı olabileceğini belki bir diğerimiz ise hayatta en önemli şeyin sağlık olduğunu… İşte tüm bu öğretiler biz büyüdükçe gelir, içimize “mutluluk” ve “mutsuzluk” tanımları olarak oturur kalır.
Peki nedir “mutluluk”?
İşte hayatımızın yani bizim can-ım yolculuğumuzun; neleri kuşanacağımızın, neleri bekleyeceğimizin, nelere “karşı” kendimizi koruyacağımızın veya nelere kabul vereceğimizin tüm cevabı bu tanımda yatmaktadır. “Mutluluk” tanımı yine bizimle başlamaktadır, onu tanımlayan da, hayat yolumuzu sınırlayan da hayata karşı ağır zırhlar kuşanan da “ben”dir… Eğer bizler mutluluğu, bir sınavdan yüksek not alabilmek olarak tanımlarsak ve bunun gerçekleşmediği her durumda “mutsuzluk” olarak nitelendiriyorsak (yani mutlu olmak şartı sağlanamamıştır), o halde aslında sahip olduğumuz mükemmel arkadaşların değerini, yanımızda olan anne babamızın güzel desteğini, bir kardeşe sahip olmak şanslılığımızın kıymetini ve sabah uyandığımızda sadece gülümseyerek sağlıkla yeni bir güne uyanabilmenin bize vereceği o muhteşem huzur ve şükür hissini anlamamız da mümkün olmayacaktır…
Mutluluğu sadece “evli” olmak olarak tanımladığımızda, tek başımıza aşacağımız yolların zorluğuyla kavrulmanın verdiği heyecanı, bir başınalığın getirdiği özgürlüğü, hayatımızda bizlere eşlik eden muhteşem arkadaşlarımızın, hayatın kendi kendisinin var olmanın muhteşemliğini ve ayrıca hayatımızda var olan daha birçok güzel şeyin de farkında olmayız. Gerçekten sağlıkla, kimseye muhtaç olmadan, neşe içerisinde bir güne uyanmanın ne derece olağanüstü bir şey olduğunun, özgürce istediğimiz her şeyi kimseden yardım istemeden gönlümüzde yapabilecek olmanın bize verilmiş en önemli nimetlerden biri olduğunu anlamamız mümkün değildir; çünkü “mutluluk” tanımımız “evli olmak” halini kapsar, bunun dışındaki haller tanımın dışında kalmaktadır bir kere… İşte mutlu olmanın şartı sağlanmadığında “mutsuzluk” gerçekleşir, mutlu olmak o hal olmaya o haldeki durumu mutlaka elde edebilmeye bağlanmıştır bile…
Peki sorumuza geri dönelim; “mutsuzluk” kapımızı çaldığında dur demenin yolu nedir? Bu soruyu cevaplayabilmek hayatımızda tezahür eden tüm durumlar için mümkün olmayabilir ama genel olarak sizlerle birlikte biraz düşünelim, var mıdır bunun bir yolu dediğimizde, yine yolların başladığı ve bittiği nokta olarak önerim “kendimize dönmek” ve sormak olacaktır.
Sizi tam olarak mutsuz eden şeyleri yani “mutsuzluğunuzu” nasıl tanımlarsınız?
Evet mutsuzluk kapınızı çalmış olabilir, durumu “anlamak” üzere öncelikle bizi mutsuz eden durumu, kavramı veya akışı tam olarak anlamamız ve tanımlamamız gerekmektedir. Eğer biz bu mutsuzluğun kaynağını anlayabilirsek sonraki aşamaları gerçekleştirmek yani bu durumu iyileştirmek, değiştirmek veya dönüştürmek de ancak bu şekilde mümkün olabilecektir. Bu aşama tüm sürecin en önemli aşamasıdır.
Tabi ki soracaksınız Pınar bu o kadar kolay olmuyor, kendime itiraf edemiyorum veya tam olarak neden “mutsuz” olduğumu bilemiyorum da diyebilirsiniz. İşte bu aşama o derece kıymetlidir ki son derece dürüstçe kendi kendimizle yüzleşmemiz gerekir, neden mutsuz hissediyoruz. Evliliğimin son aşamasında o kadar uzun süre yüzleşmekten kaçmıştım ki, cesaretle kendime soramamıştım. Bir yanda deliler gibi aşık olduğum bir insan vardı fakat işte “evli” olmak iyi gelmiyordu, birlikte mutlu hissedemiyordum. Evet kendi içimde belki çok seviyordum ama bu ilişkide artık bana gitmekten başka seçenek kalmamıştı. Beni mutsuz eden “bu ilişki” ve bu evliliğin bir parçası olmaktı. Her ne kadar acı verici olursa olsun, yüzleşmek ne kadar zor olursa olsun ve benim için kaybetmek her ne kadar yıkıcı olursa olsun ‘’mutsuzluğumun’’ tanımı bu ilişkinin bir parçası olmaktı…
Siz “mutsuzluk” kaynağını bulduğunuzda, yollar dumanlar arasında beliren patikalar gibi önünüze serilecektir. Ben bunu açıkça kendime ifade ettikten sonra, bir daha dönmemek üzere gitmek kararını alıncaya kadar evet yine zaman geçmesi gerekti, fakat her ne kadar zorlu olursa olsun, hayat devam etti ve “mutsuzluk” kapımı çaldığında işte o “mutsuzluğu” tanımış, onu kucaklamış, onu anlamış ve onu cesaretle içeriye almıştım. Ben ancak bunu yaptıktan sonra yani “mutsuzluğumu” cesaretle tanıdıktan sonra o benim en deli arkadaşım ve yaşama dört elle sarılmam için bana destek veren en muhteşem yoldaşım olmuştu…
Sizi mutsuz eden kavramı kabul edin ve onu yargılamadan anlamaya çalışın
Kapınıza kadar gelmiş olan mutsuzluk, size aslında yine kendinizle ilişkili gerçekleri göstermek üzere oradadır. Onu tanımladıktan sonra hepimiz farkında olmadan yine kendi kendimizi yargılamaya başlarız örneğin yine samimiyetle kendimden örnek vereyim, yalnız kalacaktım, yalnız kalmaktan korkuyor muydum, gerçekten beni mutsuz eden bir ilişkiye arkamı dönmeye cesaretim var mıydı, bu mutsuzluk kaynağı ilişkinin hayatımda olması kendi “mutsuzluk” halimden daha mı önemliydi, peki diğer insanlar ne düşünecekti, örneğin ailem, arkadaşlarım, bir evliliğin bitmesi öyle kolayca olabilen bir şey miydi ve güzel şeyler sonsuza kadar sürmez miydi? Ve daha binlerce buna benzer soru…
Bizler mutsuzluğumuzun kaynağını gerçekten tanımlayabildiğimizde, bununla birlikte gelecek birçok soru ve yargıyı da kabul etmeyi bilmemiz ve bu kaynağı olduğu gibi sadece anlamaya çalışmamız gerekir. Bunu yapamadığımız her durumda, daha da “mutsuz” bir algıya doğru sürükleniriz çünkü mutsuzluk kaynağımız katlanarak o huzur vermeyen sızıların içimizde giderek daha da büyümesine yol açacaktır. Bu bir yarayı gördüğümüzde onu “yara” olarak kabul edip iyileşmesi için tedavi etmek yerine “neden yara olduğunu” sorgulayıp daha da acıtmak ile aynı şeydir.
Mutsuzluğunuzun sebebini saptadığınızda onu yargılamayın, sadece anlamaya çalışın, kendinizi gerçek olmayan yargılar, suçlamalar, neden ve nasıllar içinde kaybetmeyin, evet gerçek budur, belki sizi mutsuz eden sadece bu ay elinize istediğiniz kadar para geçmemiş olması, belki çok istediğiniz bir konsere gidememiş olmak, belki hafta sonu arkadaşlarınızla buluşamamak veya aldatılmış olmanın verdiği yenilgi hissidir; fakat bunların tümü hayatın parçasıdır, aynı derece önemlidir ve aynı derecede hayata dairdir…
Sizi mutsuz eden kavrama “dur” demeyin, kapıdan içeri alın ve “mutlu” olmanın nasıl olduğunu ona gösterin
İşte bu aşama muhteşem bir dönüşüm gücü gerektirir. Biz mutsuzluklara veya hayatın bize getirdiklerine “dur” dediğimizde, direndiğimizde, kabul etmediğimizde ve inkar ettiğimizde aslında daha fazla bir potansiyel yaratırız, o hisler daha da büyür ve karşımıza daha büyük dalgalar halinde çıkarlar. Bu yüzden mutsuzluklarımızı anladığımızda, kabul ettiğimizde onları kalbimizde nasıl mutlulukları kabul ediyorsak aynı şekilde kabul ederek, koruyup kolladığımızda yaşamımızın bir parçası yaptığımızda aslında her şey güzelleşecektir. Bu dönüşüm aslında kendi kendimize “mutsuz olacak” bir şey olmadığını göstermenin yoludur, çünkü bu hayatın akışıdır, hayatı “mutlu” veya “mutsuz” olarak nitelendiren, sınıflandıran ve tanımlayan yine bizlerizdir.
Bugün çok üzülerek geride bıraktıklarım olabilir evet ama bu benim “mutsuz” olmamın gerekçesi değildir. Hayatın getirdiği bir sınav olan bu kayıp bana muhteşem birçok farklı tecrübeyi de vermiştir. Eğer ben mutluluğu sadece “bir medeni durum” ile tanımlıyor ve mutluluğu sadece buna bağlıyor isem, bunun olmadığı her durumu “mutsuzluk” olarak yorumluyor isem bu benim kaybettiğim milyonlarca dakika, kaçırdığım muhteşem kahkaha fırsatları, hiç güzelliğini göremediğim birçok arkadaş ve o sadece oluşlarıyla bile muhteşem olan baharın mis kokularını hiç sevememek demektir… Bu durumda hayatta olmamızın herhangi bir “medeni durum” ile ölçülemeyecek daha büyük bir amacı olması gerekir…
Bu soruyu cevaplamak aslında hepimiz için oldukça zordur, burada sizlerle cevaplamaya çalıştık, mutsuzluk kapımızı çaldığında dur demenin yolu var mıdır? Dur demek mümkündür, nasıl diyecek olursanız ben “dur” dememek ile mümkün olduğunu düşünüyorum, çünkü “hoş geldin” her zaman “dur” demekten çok daha güzel bir karşılamadır. O sevgili “mutsuzluk” kapıda cesaretle, dimdik, hayata açık, gelecek fırtınalardan korkmayan, “dur demeyen” ve “hoş geldin” demekten korkmayan, sizleri gördüğünde bir daha aynı “mutsuzluk” hali olarak kalamayacaktır; içinizdeki muhteşem siz “mutluluğu” her an yaratmayı bilendir…
Mutsuzluk kapımızı çaldığında, sevgiyle, aşkla, cesaretle ve heyecanla “hoş geldin” diyelim, mutluluklarımız gibi onu yargılamadan, korkutmadan ve küçümsemeden sevelim, ve gösterelim aslında bizim hayatımız sadece bizim tanımlarımızdan ibarettir; aslında “mutsuzluk”, o bizim en güzel “mutluluk” tanımlarımıza dahildir…