Hayalim olan kendi evime daha henüz geçmişken, yakın dönemde zihnim ve egomun bir olup beni sürekli dürtme hali aynen şöyleydi:
“Sen yeşil seviyorsun, doğayla iç içe olmayı seviyorsun. İstanbul’da bunlar yok. Kızıyorsun, sinirleniyorsun, bir de şimdi çıktın kendine ev tuttun. Ne istiyorsun ama ne yapıyorsun? Bak herkes özgür, cesur. Çıkıp gidiyor ve denemek istediklerini rahatça deniyor. Sen hala otur oturduğun yerde. Korkaksın!” Daha ben senelerdir ihtiyacım olan kendi alanımı kurmaya yeni kavuşmuşken ve bu gerçeğin tadına vara vara yaşayacakken içim asla rahat durmuyordu.
“Sonunda başardın işte! İstedin, hazırlandın, cesaret ettin ve istediğini elde ettin. İhtiyacını karşılamayı başardın. Bravo Gamze!” diye çıkan kalbimin sakin, dingin, rahat sesini; hiçbir şeyden memnun olmayan, kendi bildiğini hep doğru sanan, bana kendimi her zaman başarısız ve eksik hissettiren zihnimin-egomun sesi, çılgınca yüksek tonuyla bastırmayı başarıyordu. Ben de kulağımı beni takdir eden, kutlayan ses yerine bana çığlık çığlığa bağıran sese veriyordum o sırada.
İnsanoğlu bazen bilse de unutuyor. Bu sebeple geldik sanırım: Bir unutup, bir hatırlamak. “Zihnin sana oyunlar oynar. Egon seni korumak için kıyasa girer ama hepsinin kontrolü sende. Seni manipüle etmelerine izin verme. Gör ve farkına var.” Bilgi var, harika! Ama o sırada ben, o bilginin etrafında bile gezinmiyordum. Görmüyordum, duymuyordum ve tüm bildiklerimi unutmuş gibiydim.
İlk önce sorguladım kendimi neden diye, sonra bir kızdım, bir kızdım… Kendime söylendikçe söylendim, yükseldikçe yükseldim. Kendime tahammülüm en alt sınırdaydı. Nasıl istediklerimi yapamazdım? Nasıl gidemezdim? Nasıl bu kadar cesaretsiz olabilirdim? Nasıl her şeyi bu kadar gözümde büyütmeyi başarıyordum? Nasıl herkes yapabilirken ben yapamıyordum? Kendimi yerdim. Kendimi yerdikçe ufaldım.
Düzenli yaptığım meditasyon pratiklerim algılarımı açarken, çok yakın 1-2 dostumla yaptığımız paylaşımlar meditasyonlarımın üzerine çiçek gibi açıldı ve hatırladım.
Herkes farklıydı. Herkesin yolu başkaydı, kendisine özeldi. Her kişi, her yol birbirinden değerliydi. Evrenin herkes için kendi zamanlaması vardı. Her şey tam da olması gerektiği gibi ilerliyordu aslında. Yeşili sevip arzuladığım dingin hayatın İstanbul dışında olduğunu tahmin ettiğim için ve başkaları bunu yapıyor ve gidiyor diye İstanbul’dan kaçmam gerekmiyordu şu an. Kendi alanımı kuruyordum. Sonunda bunu başarmıştım ben. İçini pekâlâ yeşille doldurabilirdim. Benim alanımdı! Ne istersem onu ekler, diğerini çıkarabilirdim. İçini dinginlikle kaplayabilirdim; bana dingin geleni içeri alır, gelmeyeni ise dışarıda bırakabilirdim.
Neden illa başkalarının yaptığı gibi yapmak zorunda olmalıydım ki? Neden gittikleri yolu takip etmeliydim? Bu benim kendi yolumdu. Hem belki onlar benim geçtiğim bu noktadan daha evvelden geçtiler, belki de böyle bir basamağa ihtiyaç bile duymadılar. Bu benim eksik ya da başarısız olduğumu göstermezdi ki. Hatta ne alakası vardı?
“Sevgili egocuğum, yine çok sert girdin beni koruma işine. Merak etme seni duyuyorum ama ben herkesle aynı yoldan gitmek zorunda değilim. Benim yolum farklı. Teşekkür ederim beni düşündüğün için.”
Ne kadar da acımasızdım kendime. Hemen tüm yaptıklarımı, başarılarımı bir çırpıda siliyordum. Yapabildiklerimden ziyade yapamadıklarıma odaklanmak beni nasıl aşağı çeken bir alışkanlıktı. Neden yapardı insan bunu kendisine? Hem şu an bu yazıyı nerede yazdığına baksana bir Gamze. Kendi evinde, kendi koltuğundasın. Nerelerden nerelere geldin. Sen harika bir kadınsın!
Kendimi, yaptıklarımı bu kadar çabuk göz ardı etmemeliydim. Kendime çok büyük haksızlıktı bu. Yaşadıklarıma, emeklerime, cesaretime, didinmelerime; hepsine haksızlıktı. Kaldı ki dengeli, dingin hayat için dağa tepeye çıkmam da gerekmiyordu. Olduğu yerde durarak da dengeli bir yaşam yaşayabilir insan. İlla uzaklaşmamız gerekmiyordu.
Öğrendiğimiz, gördüğümüz kalıplara ne kadar meraklıyız öyle değil mi?
Hep başkalarının yaptıkları iyi, doğru; kendi yaptıklarımız eksik. Hep uzaklarda var mutluluk, olduğumuz yerde imkansız. Neden bunlara inandırırız kendimizi bilmem.
Bildiğim bir şey varsa o da bu sert kalıpları fark edip onlardan sıyrılmak her an, her yerde, kendimizle, olduğumuz yerde, mutlu ve özgür olmamızı sağlıyor. Dikkati zihinden çok kalbe vermek gerekiyor. O zaman insan yumuşuyor, içindeki şefkati hatırlıyor. En azından bende böyle oluyor.
Ya siz nerelerdesiniz?