Sanki her şeyi biraz fazla ciddiye alıyoruz ve bunu yaparken de asıl olanı, meselenin özünü kaçırıyoruz.
Hiçbir şeyi çok ciddiye almamak lazım, özellikle de kendimizi.
Hani o gururdan bir türlü alamadığımız düşmüş burnumuzu “amaaaan” deyip yerden almayı öğrenip umursamadan da kaldığımız yerden devam etmemiz lazım. Umursamadan derken, kendimizi umursamadan demek istiyorum.
Ne kadar zavallı duruma düştüğümüzü düşünmeden,
Ne kadar rezil olduğumuza bakmadan,
Ne kadar başaramamış olduğumuza takılmadan,
Kendimize gülerek!
Yapamamanın tadına vararak ve ne olursa olsun tekrar denemeye korkmayarak!
Hayat bizim nihai hedefimizi tek seferde gerçekleştireceğimiz er meydanımız değil.
Deneye deneye öğrendiğimiz, deneyim biriktirdiğimiz ve böylece ustalaştığımız okulumuz. Eğer her seferinde doğru cevabı vereceksek, burada işimiz ne?
Bu neyin iddiası?
Hepimiz biliyoruz değil mi?
Çok da ciddiye almamak lazım, hem başarıyı hem başarısızlığı.
Ciddiye alacağımız tek şey, hayatı yaşamak olsun, başarmak değil! Çünkü yaşamak ciddi bir iştir. Orada olmanızı gerektirir. Zaman bir bir ilerlerken, o saydığınız her “bir”de orada, yaşama şahit olmayı…
Ama biz “yaşamı yaşamak” dışında her şeyi ciddiye alsak da asıl konuyu sanki hep es geçtik.
Ebeveynlerimizin bizden beklentilerine olan sadakatimizi çok ciddiye aldık, mesleğimizin yarattığı etkiyi, müdür olmayı çok abarttık. Uslu kız olma işini, güçlü erkek pozunu, fikri değişmez erdemlisini, yaşamımız pahasına savunduk ve koruduk.
Fikirlerimiz dahası inançlarımızı o kadar ciddiye aldık ki, varlıklarının nereden geldiğini bile sorgulamadan savunmaya, değişmezliği üzerinde toki binaları inşa etmeye devam ettik. “Benim” dediğimiz şeyler çoğaldıkça da, “ben” dediğimizi çok ciddiye aldık!
Hata yapamaz, kusursuzluk abidesi, attığı her adımı başarı ile sonlandıran, saçmalamayan, kontrol içinde kontrol mekanizması kuran bünyelere dönüşüp katılaştık!
Hayatı deneysellikten, süreçten ayrı tutup sonuca bağımlı kıldık. Kısırlaştırdık. Hadım ettik.
Dolayısı ile korkuyu büyüttük. Denemek, her zaman koruduğumuz kimliklerin karşısında bir tehlike olarak durdu. Ya kimliğin, ya da denemek sorusunun cevabı, genelde hep sabit kalmasını istediklerimizden yana oldu…
Böylelikle harika bir şeyi kaçırdık, yolda bir yerlerde düşürdük; keyfi, neşeyi..!
Yaşamı yaşamaktan başka işimiz yok hiçbirimizin!
Müdür, yogi, barmen, yazar, artist vs. her ne iş yapıyorsan yaşamak için, sadece işini yaparken giydiğin gömleğin olsun bu tanımlar. Seni yöneten, şeklini, kişiliğini veren olmasın! Seni sen yapan olmasın. Çok da ciddiye alma! Bu değersizleştir demek değil, bu tam aksine değeri kadar değer ver, asıl değerli olan sensin demek! Senden açan çiçeklerden biri senden değerli değil demek…
Sevdiğin, sen sevdiğin, emek verdiğin için değerli demek.
Evin, sen yaşadığın ve dokunduğun için güzel ve değerli demek.
Geçtiğin tüm yollar, sen yürüdüğün için yol, sen gördüğün için güzel demek!
Öğrendiklerini, inandıklarını koy bir kenara, onlar da değil seni sen yapan.
Her şeyi çıkardığında geriye kalanda güzellik.
Çok ciddiye alma, en ciddi işin yaşamak olsun! Gerisi hep renk, hep tat!
Afiyetle, neşeyle!
İlginizi çekebilir: Bazen ne zor değil mi sadece içinden geçeni söylemek, sadece olduğun gibi davranmak?