Hayatımızın çoğunu kapalı mekanlar içinde geçiriyoruz. Peki, yaşadığımız mekanlar bizi mutlu ediyor mu? Özellikle sanayi devriminden sonra, üretmek ve tüketici toplumu beslemek adına, insanlar donanımlı olmayan şehirlerin içinde kutu gibi mekanlara yığıldılar. Evler ve işler hızlı üretime, maksimum barındırma kapasitesine yönelik yapıldı. İçinde yaşayanların fiziksel, fizyolojik ve psikolojik durumları uzunca bir dönem geri planda bırakıldı. Sonuçta mutsuz yaşayanlar, verimi düşük işler ortaya çıkmaya başladı.
Şimdi modern zamanlarda, binalar ve kentsel alanlar her seyden önce kullanıcılarına, sakinlerine göre tasarlanmaya başlandı. Yani tam tersi bir durum söz konusu artık. Peki ne değişti? Sanırım bu süreçte bir şeyleri fark ettik. O da mekanların insan psikolojisine etkisinin büyük çok fazla olması… Şimdilerde üniversitelerde “Mekan Psikolojisi” adı altında dersler okutuluyor hatta…
Mimarlık deyince hepimizin aklına mekânlar geliyor. Mekânlar kendi özellikleriyle canlı bir organizma gibi çalışır ve mesajlar üreterek içindeki kişilerle iletişim kurmaya çalışır. Kişi ise yaradılışına, deneyimlerine, eğitimine, gözlemlerine ve hayal gücüne bağlı olarak bir algılama odağıdır. Mekânı algılarken (mekanın kurgusunu, niteliklerini, özelliklerini) 5 duyumuz ve beynimiz devreye girer ve duyumsal ve biyolojik süreç başlar… Öyle ki beynimiz eşsiz bir işlemci, adeta mükemmel işleyen bir makinedir. Makinenin veri toplamak için kullandığı organlar da 5 duyu organımızdır. Bu duyu organları ile topladığı verileri değerlendirip mekan hakkında bilgi sahibi olup olumlu veya olumsuz bir duyguya dönüştürür. Burada mekanı kullanan kişilerin enerjisi de paralel olarak değişim gösterir. Bulunduğumuz mekanda kimi zaman stresimiz kaybolur, gevşer, keyif alabiliriz. Tam tersi durumda ise sıkılır, gerilir, mekanı terk etmek isteyebiliriz.
Mimarinin kullanacağı ipuçları mekanı sadece fiziksel ihtiyaç gidermenin ötesine geçirebilir, 5 duyumuzu zenginleştirebilir. Örneğin, denge, orantı, simetri ve ritimden oluşan bazı tasarım ilkeleri bir uyum duygusu getirebilir. Renklerin ise arkalarında çok basit bir mantık vardır: Renk ne kadar sıcak olursa, alan o kadar kompakt hale gelir. Ayrıca, seçilen renklerin, ruh halimize etkileri vardır. Rahatlık, huzur hissi uyandırabilir veya iletişimi, yaratıcılığı teşvik edebilirler. Işık, büyük ölçüde işleve bağlıdır. Loş bir ışık kasvetli bir alanı gösterirken, parlak bir ışık daha büyük-geniş bir ortamı tanımlar. Doğal ışık, üretimi ve iyileşmeyi uyarır. Bazı boşluklar endişenizi artırırken, diğerleri ise dinginlik duygusu uyandırır. Bütün bunların yanında, çevresel etkilerden bir diğeri ise, göremediğimiz ve dokunamadığımız, ancak davranışlarımız veya ruh halimiz üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olduğunu bildiğimiz, etrafımızda serbestçe akan kozmik enerji, “chi” adını verdiğimiz yaşam enerjisidir. Feng Shui’nin temelini oluşturan 5 element teorisi ile de mekânlarımızdaki bu akışı dengelemeye, doğa ile uyumu yakalamaya çalışırız.
Uzun lafın kısası, vakit geçirdiğimiz mekanlar hayat kalitemiz üzerinde oldukça büyük bir etkiye sahiptir. Tasarım sürecinde bütün bu konu başlıkları dikkate alındığında, mekan psikolojisi ile beraber Feng Shui, konut projelerinde huzur, mutluluk ve berekete, ticari projelerde daha fazla üretkenliğe, perakende girişimlerde daha büyük satışlara ve sağlık alanındaki gelişmelerde daha hızlı iyileşmeye yol açabilir.
Tasarım da, mekanlarda yaşayan bireyler de oldukça karmaşık ve girift yapıdadırlar. Ve ancak bütünsel bir yaklaşım, fiziksel ihtiyaçları sağlarken, psikolojik ve ruhsal iyileşmeye de imkan verebilir.
İlginizi çekebilir: Evde en çok kullanılan yaşam alanı olan salonlarda Feng Shui