Dikkat! Bu yazıda ne bir makalenin, ne de bilimsel bir araştırmanın hayatlarımıza etkileri mevcuttur. Yazının kendisinin gelecekte bir bilimsel araştırmaya konu olup olamayacağını ise zaman gösterecek.
Yeni taşındığım, daha doğrusu -bir süreliğine kendimi yeni taşınmış gibi hissedebileceğim- bir çatı katındayım bu yazıyı yazarken. Teknolojinin hayatımıza neler kattığını ve bizden neler götürdüğünü düşünmeye devam ediyorum üçüncü yazımda da. Etrafımdaki elektrikli –nedense teknoloji deyince akla ilk gelen cihazlar elektronik olmak zorundaymışım gibi- cihazlardan başlıyorum saymaya. Bir notebook -dizüstü gibi düz bir çevirisini yapabilir miyiz, emin değilim- elimin altında ve bu satırları yazmama büyük yardımı dokunuyor.
Daktilo denen kendine has yazı makinesini hatırlıyorum bir an. Karşımdaki küçük dolapta bir adet var mesela; bu şirin çatı katı odasının, yine oldukça şirin ve nostaljik bir armağanı gibi. Geldiğimden beri oracıkta sessizce duruyor ve çok uzun yıllardır kullanılmadan öylece beklediğini hemen hissettiriyor insana. Biraz şefkatle kendine geliverecekmiş gibi de sağlam hâlbuki.
Bu nostaljik flashback’in ardından, saymaya geri dönüyorum. Bir yere varacağım elbet, biraz sabredin!
Hemen arkamdaki küçük sehpanın üzerinde, hayli eski model –belki 5, belki 10 senelik- ama çalışır vaziyette bir müzik seti duruyor. Sehpayı dolu gösteriyor. Arada büyüyen bir sessizlik durumunda imdada koşuyor. Bir küçük televizyon da, onun hemen yan köşesine kurulmuş, ama neredeyse hiç izlemiyorum.
Bir lamba ışığı, kablolar ve prizler ise şehrin elektrik hattına erişmeme yardım ediyor. Tabii az sonra yazıyı bitirip editörümüze mail atarken, internet bağlantısından da faydalanacağım ve benden zeki bulduğum ‘akıllı telefonum’dan.
(İtiraf edeyim yazıya başlarken bu kadar cihaz sayacağımı düşünmemiştim.)
Tüm bunlar olmasa…
Tüm bunlar olmasa; bir eko köyde kendi halinde, doğayla iç içe, sabahları erkenden uyanıp, güne bahçemden domatesleri, biberleri toplayarak başlasam demek bile bir an duraksattı beni. Yani buna büyük bir cesaret lazım geldiğini kabul ediyor ve bu tarz bir hayatı yaşamayı seçenlere büyük saygı duyduğumu fark ediyorum. Yazması, hayal etmesi bile bir an zor geliyor.
Sonra neyse ki elektronik olmayan, daha az teknolojik görünen eşyalara geliyor sıra ve onların da en az diğerleri kadar kullanışlı ve yararlı olabildiği bir ortam yaratabilmiş olmanın; odadaki huzura, dengeye iyi geldiğini görüyorum ve kendimle az buçuk övünüyorum. (Eko köye cesaret edemedim ya, sanırım kendimi böyle şımartıyorum. Üstelik kendime yeterince dürüst davrandığım da söylenemez; zira az sonra listeleyeceğim bu eşyaların da bir teknolojinin ürünü olduklarını; dolaylı yoldan yine teknolojiyi haklı çıkarttıklarını görüp, bir iç geçirmiyor da değilim hani.)
Görünenin ardındaki teknoloji…
Bir adet termos, şekerlik niyetine kullandığım hacimli bir zeytin kutusu, bir litrelik pet su şişesi, birkaç raf ve bir yatak da saymayı bekliyor. Onları da aradan çıkardık mı; hayata karışmak için üzerime giydiğim birkaç tişört, hırka ve mont kalıyor geriye.
Masa ve üzerinde duran bir defter, üç kalem, bir fincan, bir çatal, iki çay kaşığı… Evet iki (2) adet çay kaşığı! İşte bu yazının lüks diyebileceğim ilk ve tek şeyi. Odada sadece bir bardak varken, aynı anda birden fazla çay kaşığının olması!
Evreka! Galiba sonunda neden yazdığımı buldum. Teknolojinin tüm lüksü ve ihtişamı giderek normalleşmiş, standartlaşmış ve kala kala lüks diyebileceğim fazladan bir çay kaşığı kalıyor geriye hayatımda.
Ne tuhaf! Kalan her şey o kadar hayatımızın içinde dâhil olmuşlar ki; onların adeta bizi de aşan kendi rutinlerinden değil de, en sıradan ve olması gerekenlerden lüks gibi bahsetmeye başlıyorum giderek. Kendi kendime soruyorum, size de bir faydası dokunur belki:
“Yoksa ben miyim anormal?”
Yazarın diğer yazıları için tıklayın.