Tam olarak bir seyahat yazısı değil bu. Türlü insanların türlü hikâyelerini barındırıyor içinde. Bazen kelimelerin yetersiz kaldığı, bazen boğazın düğümlendiği, bazen de kahkahaların havada uçuştuğu hikâyeler bunlar. Hiç aklı almıyor mesela Salih Amca’nın, son bir haftayı beraber geçirdiğim yol arkadaşımın hiç ailesinin olmamış olmasına.
“Nasıl ya,” diyor, “Olur mu öyle şey, hısım akraba falan da mı yok?”
“Yok işte Salih Amca, beni yetiştirme yurduna bırakmışlar.”
“Allah allah! Nasıl olur?”
“Olmuş işte,” diye cevap veriyor arkadaşım gülümseyerek. Ardından Salih Amca’nın karısı Huriye Teyze giriyor devreye.
“Şimdi ne yapıyorsun peki, çalışıyor musun?”
“On sekiz yaşımdan beri geziyorum.”
Huriye Teyze bana dönüyor:
“Yolda mı tanıştınız?”
“Üç sene önce Kabak’ta tanışmıştık, sonra irtibatımız kopmuştu. Şimdi tekrar buluştuk.” Bu cevap yeterli gelmiyor Huriye Teyze’ye. Gözlerinden belli, detay istiyor. Anlatıyoruz.
Kaş’ın Üzümlü Köyü’ndeki bir aile işletmesinde geçiyor bu muhabbet. Yerleşimin sadece altı yıl önce başladığı, herkesin birbirini tanıdığı, hatta akraba olduğu bir köy burası. Köy derken, öyle köy kahvesi, yıkık dökük köy evleri falan yok. Bir tane cami var, minaresi dağ manzarasını tam ortadan bölen, bir de kimi tamamlanmış, kimi inşaat halinde villalar. Hepsi de sezona hazırlanıyor. Son dönemin modası, şehirden uzak, doğa içinde ama konforundan ödün vermeden tatil yapmak isteyen müşterilerini ağırlamak için. Huriye Teyze inşaat sesleri eşliğinde anlatıyor da anlatıyor.
“Ben doğma büyüme Antalyalıyım. Eskiden orada, şehirde yaşardık. Marketimiz vardı. Ben ilkokul mezunuyum ama matematiğim çok iyi. Hep ben yapardım hesapları. Makinesiz, kafamdan. Yıllarca işlettik bu marketi. En sonunda yorulduk. Bizim oğlan ziraat mühendisi, karısıyla beraber burayı açtı, biz de Salih Amcanızla kalktık, geldik. İşte şimdi ben gelenlere yemek yapıyorum, böyle sohbet ediyor, bir sürü güzel insan tanıyoruz. ”
“Çok da güzel yemek yapıyorsun.”
Hoşunu gidiyor bu söylediğimiz, gülüyor. Zaten yüzlerinde hep bir tebessüm var Huriye Teyze’nin de, Salih Amca’nın da.
“Benim yemeklerim meşhurdur, eskiden düğünlere yapardım,” diyor haklı bir gururla, ardından “Haydi bana müsaade,” deyip yanımızdan ayrılıyor.
Biz de kalkıyoruz ve denizin yolunu tutuyoruz. Köy, Likya Yolu’nun biraz yukarısında. Patikadan yaklaşık 500 metre aşağı inerek denize ulaşıyoruz. Önce deniz kenarındaki kayalıklarda biraz oturuyor, dalgaların sesini dinliyor, özlediğimiz sessizliğin tadını çıkarıyoruz. Sonra denize girebileceğimiz uygun bir yer arıyoruz, biraz ileride çadırını toplayan biri çarpıyor gözümüze, o tarafa yöneliyoruz. Karşıdan Likyacılar geliyor. Patika dar. Kenara çekiliyor, yol veriyoruz. Selamlaşıyoruz yanımızdan geçerlerken. Biraz daha yürüyünce, önüne masa ve sandalyelerin gelişigüzel konulduğu eski bir barakaya geliyoruz. Adımlarımız istemsizce hızlanıyor.
“Belki bir şeyler satıyordur.”
“Hadi soralım.”
Barakanın kapısında Berber Nihat karşılıyor bizi.
“İçecek bir şeyler var mı?”
“Olmaz mı, her şey var. Su, soda, fanta, kola, meyve suyu…” Her şeyi sıralıyor Berber Nihat. İki gündür çok istediğimiz halde içemediğimiz şey hariç. Onu da soruyoruz.
“Bira yok mu?”
“Yok ama birazdan gidip alırım.”
Günlerden Pazar. Yasak var. Hatırlatıyoruz.
“Dün kaldığımız yerin sahibi merkeze gidiyordu, ondan istemiştik. Yasak nedeniyle satmıyorlarmış. Alamadan geldi.”
“Nerede kalıyorsunuz?”
“Habesa’da.”
Biraz duraksıyor Berber Nihat, ardından, “Nasıl, memnun musunuz?” diye soruyor.
“Çok memnunuz,” diyoruz.
“Halam olur. İyi kadındır.”
Masaya geçiyoruz. Eski, tahta bir masa. Etrafında iki bank, bir plastik sandalye. Biz banklara oturuyoruz, Berber Nihat plastik sandalyeye. Bir sigara yakıyor ve başlıyor anlatmaya.
“Ben berberim aslında. Kaş’ta dükkanım vardı. Bir gün kaza geçirdim, ondan sonra bin bir türlü şey geldi başıma. Sağlık problemleri, akraba sorunları, boşanma… Baktım olacak gibi değil, kapadım dükkanı. Herkesle de ilişkimi kestim,” diyor ve
sigarasından bir nefes çekiyor, dumanını üflüyor.
“Şimdi yazın burada yaşıyorum, kışın Kaş’ta. Bir evim var orada.” Şöyle bir çevresine bakıyor. Denize doğru, diktiği zeytin ağaçlarına doğru. Onunla beraber biz de bakıyoruz.
Gözü denizdeki kayalarda, “Bu kayaları çalıyorlardı. Ben de çalmasınlar diye denize taşıdım. Nasıl olmuş sizce?”
“Güzel olmuş,” diyoruz. “Kim çalıyor peki?”
“Yukarıda villa yapanlar var ya, işte onlar havuzlarının kenarına koyuyorlar,” diyor ve susuyor. Biz de susuyoruz. Biraz sürüyor bu sessizlik.
“Ben gideyim artık,” diyor Berber Nihat sigarasını söndürürken ve ekliyor. “İstediğiniz bir şey olursa alın dolaptan.”
“Neyle gideceksin?”
“Şurada benim külüstür var,” diyor barakanın arkasına işaret ederek. Bahsettiği külüstürüne yöneliyor. Arkasından seyrediyoruz. Önce motorunun sesi geliyor tüm gürültüsüyle, sonra külüstürü gözüküyor. Beyaz Kartal. Şaşırmıyoruz. Şimdi aklımızda tek bir soru var.
“Alabilecek mi acaba?” Alıyor. Kayalıklara oturuyor, denize karşı içiyoruz. Berber Nihat kaldığı yerden devam ediyor anlatmaya. Bir sürü şey anlatıyor. En çok da yalnızlığından yakınıyor.
“Benim hikâyem anlat anlat bitmez,” diyor son olarak.
“Acelesi yok, biz yine geliriz dinlemeye. Gerçekten.” Tüm içtenliğiyle gülümsüyor.
“Neyse,” diyoruz, “Biz gidelim artık.”
“İsterseniz şuradan gidin, direkt Habesa’ya çıkarsınız.”
“Tamam, o yolu da görmüş oluruz hem.”
Araç yoluna yöneliyoruz. Oldukça yeni ama asfaltı dökülmemiş bir yol burası. Aklıma başka bir arkadaşımın arabada söyledikleri geliyor. “Şu yollara da sırf köy yolu havası katmak için asfalt dökmüyorlar.”
Artık arabadayız. Bir süreliğine bıraktık yürümeyi. Hatta az önceki arkadaşımı da bıraktık. Bu sefer başka biriyleyiz. Yeni tanıştık. Bu yazı aracılığıyla zamanlar ve mekanlar arasında özgürce dolaşıyoruz. Bir bakmışınız Likya Yolu’nu yürüyoruz, bir bakmışınız Patara Kum Tepeleri’nde güneşi batırıyoruz. Şimdiyse Antalya’dan Kaş’a gidiyoruz. Asfalttan çıkıp taş yola girince mecburen azalttık hızımızı. Bir an önce bitmesini istiyoruz bu yolun, o ise bitmek bilmiyor. Heyecanlıyız. Likya Yolu’nun Kaş Etabını yürüyeceğiz. Nisan ayının ilk yarısındayız. Akdeniz’in en güzel zamanı. Hava ne sıcak ne soğuk. Gece çıkacak fırtınadan ve yağacak yağmurdan henüz haberimiz yok. Sonunda tekrar asfalta çıkıyor, hızlanıyor ve Kaş’ta grupla buluşacağımız kamp alanına varıyoruz. Burası Kaş’ın en çok tercih edilenlerinden Evren Camping. Marinanın tam karşısında.
Güneş batıyor, akşam oluyor, hava soğumaya başlıyor ve grup neredeyse tamamlanıyor. Biz, çadırlarını kuranlar, halimizden oldukça memnun, yanmayan ateşin başında oturuyoruz. Tek sorunumuz esen rüzgarın da etkisiyle havanın gittikçe soğuması. İçimizden biri,
“Hadi yakalım şu ateşi artık,” diyor Antalya’da üniversite okuyan, buraya bir süreliğine çalışmaya gelen gence.
“Daha erken, birazdan yakarız.” Biraz zaman geçiyor, tekrar soruyoruz.
“Hadi yakalım, daha ne kadar bekleyeceğiz?”
“Hava iyice kararsın, yakarız.” Biraz daha zaman geçiyor.
“Hadi ama üşüdük. Hava da karardı.”
“Tamam, birazdan.” Bu diyaloğun kaç kere tekrarlandığını bilmiyorum ama gittikçe eğlenceli bir hâl alıyordu. En sonunda Evren Abi geliyor, ona soruyoruz.
“Ateşi ne zaman yakacağız?”
“Ne zaman isterseniz.” Hemen yakıyoruz ateşi.
Artık yanan ateşin başında sohbet ediyoruz. Rüzgar gittikçe artıyor, yağmur başlıyor, kimse birbirini tanımıyor. Kim olduğumuzdan, ne yaptığımızdan falan bahsetmiyoruz. Pek umurumuzda değil bunlar. Başka şeyler konuşuyoruz. Yürüyeceğimiz yollardan, yiyeceğimiz yemeklerden, karşılaşacağımız insanlardan bahsediyoruz. Sohbet koyulaştıkça rüzgar şiddetleniyor, rüzgar şiddetlendikçe yağmur çoğalıyor. Yaktığımız ateş, rüzgara ve yağmura karşı direniyor, sönmemek için. Kıvılcımlarını üstümüze saçarak bir sağa yöneliyor, bir sola. Ara sıra da yanan odunlardan birini yere atmayı ihmal etmiyor. O atıyor, biz geri koyuyoruz, o tekrar atıyor, biz tekrar geri koyuyoruz. Sonunda onlar kazanıyor. Rüzgar ve yağmur. Ateşi de yanımıza alıp üstü kapalı alana geçiyoruz. Yağmur bir süre sonra azalıyor ama rüzgar, daha doğrusu fırtına, neredeyse sabaha kadar devam ediyor. “Ya yarın da böyle olursa hava,” demiyoruz. Olmayacağını biliyoruz. Olsa da, sorun değil, yürürüz.
Ertesi sabah tertemiz bir havaya uyanıyoruz. Bir gece önceki fırtına hiç yaşanmamışçasına. Çadırlarımızı ve çantalarımızı topluyor, kahvaltımızı yapıyor ve yola koyuluyoruz. Başlangıç noktasına kadar taksiyle gidiyoruz. Hem yasağa takılmamak, hem de asfalttan yürümemek için.
“Doğa insana, insanların birbirine olduğundan çok daha fazla merhametli.”
Burası Likya Yolu’nun Kaş etabı. Halatlı geçişi, Issız Adam lakaplı İsa Abisi, odun ateşinde patates kızartması ve salatasıyla Yörük Ramazan’ı meşhur. Bir de çoğunlukla deniz kenarından giden rotasıyla manzaraları, bakir koyları. “Bu etap diğerlerine göre çok daha kolay ve keyifli,” diye tanımlıyor grup liderimiz rotayı. İlk günkü rotada Limanağzı’na kadar hiç işletme yok. O yüzden yanımıza fazladan su almayı ihmal etmiyoruz.
Başlangıç noktasındaki tabelanın önünde bir kısmımız fotoğraf çektiriyor, bir kısmımız batonlarının son ayarlarını yapıyor. Artık yürümeye hazırız. Geniş ve düz bir toprak yolda başlıyoruz yürümeye. Bir grup önde, bir grup arkada. Yol üzerinde bir köy evi çıkıyor karşımıza, önündeki çocuk “O taraftan gittiler,” diyor sol tarafı göstererek, sevinçle. En sevdiği şeylerden biri belli ki Likyacılara yolu göstermek. O yola sapıyor, yürümeye devam ediyoruz. Hem yürüyor, hem konuşuyoruz.
Bense bir yandan kendimi duruma alıştırmaya, ne hissettiğimi, neye ihtiyacım olduğunu anlamaya çalışıyorum. İçimdeki ses bir şeylere karşı çıkıyor. “Sen doğayla kalmayı, içine dönmeyi seversin. E burada sürekli konuşuyorsunuz, nasıl olacak o?” Cevap vermiyorum bu sese ama bir şeyler eksikmiş gibi geliyor. Sanki doğa yürüyüşünün sürekli bir meditasyon halinde geçmesi gerekirmiş gibi.
Birkaç yıl önce Yediburunlar’da katıldığım bir yoga kampını hatırlıyorum. Orada yaptığımız yürüyüş meditasyonunu. Likya Yolu’nun bir kısmının geçtiği yerdeydi. Herkes sessiz, sadece ana, bedenine, nefesine ve bastığı yere odaklanmıştı. Karşılaştırıyorum. Şimdiki gürültülü yürüyüş ile o zamanki sessiz yürüyüşü. Hangisinin daha iyi olduğunu düşünüyorum, karar veremiyorum. Ama ihtiyacın olanın şimdiki gibi şarkılar eşliğinde, güle oynaya geçen yürüyüş olduğunu fark ediyor ve teslim oluyorum. Bir başka ifadeyle, alışkanlıklarımı bir kenara bırakıyor, konfor alanımdan çıkıyor, bedenimin ve ruhumun bir de böylesini deneyimlemesine izin veriyorum.
Artık çok daha güzel bir yoldayız. Patika daraldı. Dikenli çalılar arasında, sağımızda deniz, solumuzda dağ manzarası ile devam ediyoruz yürümeye. Bazen kayalıklardan aşağıya inerek, bazen yukarıya çıkarak. Grup liderimiz şu açıklamayı yapıyor yolun belli bir noktasına geldiğimizde:
“Buradan yol ikiye ayrılıyor. Yukarıdan da gidilebiliyor aşağıdan da. Ama halatlı geçiş aşağıda. Bilmeyenler bazen yukarıdan gidiyor ve halatlı geçişi kaçırabiliyorlar.” Aşağıya yöneliyor, biraz daha yürüyor ve Likya Dönemi’ne ait küçük bir yerleşim olan Limanağzı’ndaki meşhur halatlı geçişe ulaşıyoruz. Zor ve tehlikeli bir geçiş değil burası. Sağ taraf hafif uçurum ama bastığımız yer yeterli genişlikte. Geçişin sonunda ise Likya Dönemi’ne ait bir kaya mezarı bulunuyor. Sırayla halatlı geçişten geçiyor, Limanağzı’nın en güzel manzarasında kısa bir fotoğraf molası veriyoruz.
“Bakın şurada bir koy var ya, işte orada mola vereceğiz,” diyor grup liderimiz ve ekliyor. “Zamanımız olacak, isteyen denize de girebilir.” Grup liderimizin gösterdiği mola yerini kuş bakışı görüyoruz. Güzelliği, keyfimizi daha arttırıyor, halimizden memnun, yola devam ediyoruz. Grup liderimiz önde, biz arkasında. Bir süre sonra grup liderimiz duruyor, herkesin gelmesini bekliyor ve ardından şunları söylüyor:
“Birazdan mercan kayalardan geçeceğiz. Bu rotanın en zor yeri burası. Kayaların özelliği kenarlarının jilet gibi keskin olması. O yüzden dikkatli olun.”
Mercan kayalarda yürümeye başladığımızda tatlı bir sessizlik kaplıyor ortamı. Artık sadece bedenimize, batonumuzu nereye koyacağımıza, adımımızı nereye atacağımıza odaklanıyoruz. Ara sıra bir şeyler konuşulsa da tamamen yürüyüşle ilgili şeyler oluyor bunlar. Mesela nereye basacağına tereddüt eden birine, tam olarak basması gereken noktayı belirtmek gibi. Gözleri görmeyen birine yolu tarif edermişçesine, önünde ne olduğunu söylermişçesine. Tıpkı yürüyüşten sonra tanıştığım başka bir Likya rehberinin, görmeyen birini yürütürken yaptığı gibi.
“Ben sadece nerede ne olduğunu, nereye basması gerektiğini söyledim,” diyor yeni tanıştığım rehber kör biriyle olan yürüyüş deneyimini anlatırken. Sonra devam ediyor.
“Biz çok geç kalmıştık, hava karardı. Bir süre sonra bana dedi ki, siz bana bakmayın, yine de ışığınızı açın.” Ne düşünmem gerektiğini bilemiyorum o an. Doğru anlayıp anlamadığıma ya da rehberin doğru aktarıp aktarmadığına emin değilim. Yine de yazmak istiyorum bu hikâyeyi ama ikinci ağızdan değil. Şimdilik İstanbul’a dönüyor, Zeynep’in telefon numarasına ulaşıyor, irtibata geçiyor ve Likya yolu maceralarını kendisinden dinliyorum.
Görme duyusunun yüzde beşin altında olduğunu, detaylar düşük de olsa iyi ışık altında nesneleri algılayabildiğini, çok büyük nesneleri görebildiğini ve yürürken insanları takip edebildiğini söylüyor ilk olarak ve ekliyor. “Bu yolu yürürken rehberim önden gitti, ben onu izledim.” Rehberin bahsettiği ışık meselesi geliyor aklıma, soruyorum.
“Yüzde yüz görmeden yaşamaya alışmadığım için benim de ışığa ihtiyacım var. O yüzden belli bir ışık varsa, ondan yararlanıyorum. Bunun yanında biyolojik olarak sabah insanıyım. Erkenden hayata başlamam, hava karardığında gitmem gereken yere varmış olmam gerekiyor.”
Tabii ki gözleri görmeyen birinin Likya Yolu’nu yürümesine şaşırmıyor, bunun için kendisini alkışlamıyor ve nasıl yürüdüğünü merak etmiyorum. Yürümek isteyen herkes yürüyebilir bu yolu. Benim merak ettiğim, böyle özel durumu olan birinin, doğayla nasıl ilişki kurduğu, neden bu yolu yürümek istediği. Bu kısmı daha ayrıntılı yazmaya çalışıyor, bir türlü beceremiyorum. Bu sebepten, şimdi ben susuyorum, Zeynep anlatıyor.
“Doğa insanlara, insanların birbirine olduğundan çok daha fazla merhametli. Şehirde her şey insan yapımı. Mesela marketteki ürünler duyu organlarından çok göze hitap ediyor. Bu yüzden duyu organlarını ikame edemiyor, dokunarak tanıyamayabiliyorsun. Bir örnek daha vereyim. Bir mağaza ararken sadece tabela var, o da kapının üstünde, elle erişilemeyecek bir yerde. Ama o tabelanın erişilebilir yerde olması, mağazanın isminin kabartma harflerle yazılması Türkiye’de yok. Çünkü herhangi bir azınlığız. Zaten bizim için yaşamdaki sorun da bu. Farklı bir şey yapmak istediğimizde, insanların rahatsız edici bakışlarına, tavırlarına maruz kalabiliyoruz. Bu nedenle ben markete hep geç gitmeyi tercih ediyorum. Bu tarz tavırlarla karşılaşmamak için.” Cümlesini bitirdikten sonra kısa bir es veriyor ve ardından tüm samimiyetiyle, “Aslında bu bedene sahip olmadığın sürece bunları tam olarak anlayamazsın. Ama kafanda bir şeyler canlanıyordur mutlaka,” diyor.
Bu sözleri, pandemi döneminde sosyal medyada denk geldiğim bir tantra eğitmeninin söylediklerini hatırlatıyor: “Karşınızdakini anlayamazsınız. Sadece anlamaya çalışırsınız. Empati denilen şey de budur zaten.”
“Evet,” diyorum. “Tam olarak anlayamam tabii ki ama bir şeyler canlanıyor.” Devam ediyor anlatmaya.
“Doğa ile böyle değil. Doğada seni kınayan, yargılayan, sorgulayan, kalıba uyduran biri yok. Mesela sopanla yolunu bulabiliyorsun. Ya da bir meyve çürükse ve sen bunu görebilecek biri değilsen, dokunarak da kokusundan da anlayabilirsin. Yani diğer duyu organlarınla tamamlanabiliyorsun. Kendi farklı yöntemlerin sayesinde, doğada yaşamla başa çıkabiliyorsun. Tüm bunların yanında, toprağı, ateş yakmayı seviyorum. Rahat, özgür ve eşit hissediyorum doğada,” diyor ve şunu ekliyor: “Bir şey yapmak istediğimizde, bunu yapmanın her zaman bir yolu vardır.”
“Peki bu yolu yürümek sana ne hissettirdi?”
“Tarihte geriye gittiğimi, eski insanlar gibi yaşadığımı hissettim. Çünkü yolda antik kentler var, hiç teknoloji yok. Her şey tamamen bakir. Ben de hep böyle el değmemiş yerler ararım,” diyor ve çok kısa bir es veriyor. Bir sonraki cümlesini kafasında toparlıyor olsa gerek. Sonra şöyle devam ediyor.
“Ben Allah inancı olan biriyim. Bu yolu yürürken Allah’a daha da yakınlaştığımı hissettim,” Yine duruyor. Anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Nasıl anlatsın, nasıl anlatılır, bilemiyor.
“Kelimelerin yetersiz kaldığı noktaya geldim.”
“Biliyorum.”
Coğrafyayı çok sevdiğinden bahsediyor ardından. Likya Yolu’nda gördüğü coğrafyayı tarif ediyor. “Bazı yerlerde deniz çarpa çarpa kayaları dikleştirmiş, toprağın altını oymuş, balkon haline getirmiş,” diyor. O anlattıkça, ben Likya Yolu’na geri dönüyorum. Sanki yürüyüşüm sırasında eksik kalanlar, fark etmediğim detaylar, onun cümleleriyle tamamlanıyor. Mercan kayalardan söz ediyor mesela. En çok orada zorlandığını söylüyor.
“Mercan kayaların bir kısmını oturarak geçtim, bir kısmında bastondan yardım aldım,” diyor, bu cümlesiyle beraber yeniden mercan kayalara geri dönüyor, grupla beraber, sessizlik içinde yürümeye devam ediyorum. Bir kısmımız kayalıkları bitiriyor, patikanın başında diğerlerinin gelmesini bekliyor. Kalanlar da geliyor, deniz kenarındaki mola yerine gidiyor, dinleniyor, bir şeyler atıştırıyoruz. Sonra yürüyüşe devam ediyor, kayalıklar arasından ine çıka Fakdere Koyu’na, İsa Abi’nin oraya ulaşıyoruz. İsa Abi yıllardır bu koyda yaşıyor. Sevdiği Likyacılara çok iyi davranıyor, yemek hazırlıyor, müzik çalıyor, Likya Yolu’nun tarihiyle ilgili bildiklerini anlatıyor. Sevmediklerinin orada durmasına bile izin vermiyor. Asıyor suratını, “Olmaz,” diyor. “Size göre bir şey yok burada.” Sevgisini kazanmak ise hiç zor değil. Tek istediği gelenlerin kendisine selam vermesi, hal hatır sorması. Öylesine değil ama. Tüm samimiyetleriyle.
İsa Abi yemek hazırlıkları yaparken, biz kendimizi denize atıyoruz. Hava hafif rüzgarlı, su buz gibi. Bunu soğuk denizi çok seven biri olarak söylüyorum. Bizi gören sesleniyor.
“Nasıl?”
“Çok güzel, gelsenize.”
Gittikçe kalabalıklaşıyor deniz. Her gelen önce, “Hani güzeldi, buz gibi,” diyor, sonra “Çok güzelmiş gerçekten,”
Hani şu meşhur laf var ya, “Su soğuk ama girince alışıyorsun.” Tam olarak öyle. Üstelik koy o kadar güzel, o kadar bakir ki, kışın bile girilir o denize.
“Yemek olmak üzere,” diye sesleniyor İsa Abi denize doğru.
“Tamam,” diyoruz. “Geliyoruz,” Denizden çıkıyor, hazırlanıyor, gün batımına karşı yemeğimizi yiyoruz. Gün batımı birası hayalimiz vardı aslında, yemeğe denk geldi. Oturup sonuna kadar seyredemiyorum güneşin batışını ama, ara ara bakmayı ihmal etmiyorum.
“Olsun,” diyorum kendi kendime. “Başka yerde, başka zaman batırırım güneşi.”
O başka yer ve başka zaman Patara Kum Tepeleri oluyor. Madem gün batımından bahsettik, o halde biraz ara verelim yürümeye, Patara’ya gidelim, batıralım şu güneşi. Yazının başında bahsettiğim arkadaşımla buluşuyoruz Kaş’ta. Bir gün sonra nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Fethiye taraflarına gideriz herhalde, diye düşünüyoruz sadece, soranlara da öyle söylüyoruz. Ertesi sabah Kaş manzarasına karşı kahvaltı yaparken,
“Patara’ya gittin mi hiç?” diye soruyorum arkadaşıma.
“Evet, ama tekrar gitmek isterim,” diyor.
Patara’ya gidiyor, gözlemeci Ayşe Teyze ile selamlaşıyor,
“Başka zaman gelip yeriz gözlemenden,” diyor ve kalacağımız tesise yerleşiyoruz. Eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra hemen bir şarap alıyor ve Patara Kum Tepeleri’nin yolunu tutuyoruz. Tüm tepeleri yürüyor, deniz kenarına iniyor, sonra tekrar tepeye çıkıyor ve güneşin batmasını bekliyoruz. Bir türlü batmıyor güneş. Üşüyoruz. Acıkıyoruz. Bekleyemiyoruz.
“Neyse, yarın izleriz artık,” diyerek geri dönüyoruz. Ertesi gün tekrar geliyoruz. Bu sefer batırıyoruz güneşi.
Patara’da güneşi batırdığımıza göre Likya Yolu’nu yürümeye kaldığımız yerden devam edebiliriz. İkinci günümüzdeyiz. Fakdere’den başlıyoruz yürümeye. İlk günkü gibi geniş bir patikadan başlıyor yürüyüşümüz. Sadece biraz yukarıya doğru eğimli. Yokuşun sonunda mola veriyoruz. Yol ayrımının, olduğu yerde. Devrilmiş tabelayı düzeltiyor birkaç kişi. O sırada yoldan bir çoban geçiyor, bizi görünce keçilerine çobanlık yapmaya başlıyor. Sanki tüm keçiler dört bir tarafa dağılmış gibi, abartılı. Keçiler hızlanıyor, çıngırak sesleri yükseliyor. Çobanın sesi ile çıngırak sesleri birbirine karışıyor. Geldiğimiz yola doğru ilerliyor ve kısa süre sonra gözden kayboluyor çoban ve keçileri.
Biraz soluklandıktan sonra devam ediyoruz yürümeye. Üstüne bastığımızda hareket eden ve dengemizi bozan taşları arkamızdan gelenler basmasın diye kenara çekerek, rotanın taşların üst üste koyulmasıyla işaretlenmiş kısımlarına birer taş da biz ekleyerek Boğazcık’a kadar yürüyoruz. Bugünlük bu kadar. Boğazcık’ı yürümüyoruz. Çünkü hem araç yolu, hem de aşırı rüzgarlı oluyormuş. Burada bizi bekleyen servise biniyor ve Kekova Camping’e doğru yol alıyoruz. Varmadan önce bir market önünde mola veriyoruz, istediğimiz bir şey varsa almak için. Çok değil, beş dakikalık bir mola bu. Yani biz öyle sanıyoruz. Ama marketin hemen önündeki karadut ağacı her şeyi değiştiriyor. Ağacın önünde toplanıyor, karadut yemekten bir türlü markete giremiyoruz. Yürüyüşün bundan sonrası, her gördüğümüz ağaç önünde durup, karadut ve muşmula yiyerek geçiyor.
Artık Kekova Kamping’teyiz. Son iki günümüzde burada kalacağız. Burası bir aile işletmesi. Kekova’yı tepeden görüyor. Gözlemesi ve tostu meşhur. Tostunu yemedim ama gözlemesi gerçekten güzel. Sahibi Malik Abi şöyle anlatıyor gözlemelerinin güzelliğini: “Bir gün biri bizim gözlemeyi yedikten sonra, şu ana kadar yediklerim gözleme değilmiş, dedi.”
Çadırlarımızı kuruyor, yemeğimizi yiyor, ateşimizi yakıyor ve gece yarısına kadar ateş başında sohbet ediyoruz. Ertesi sabah kahvaltımızı yapıyor, hazırlanıyor ve yola çıkıyoruz, Aperlai Antik Kenti’nden geçiyor, biraz daha yürüyor ve yan yana iki tabela ile karşılaşıyoruz. “Vatandaş Mustafa” yazan tabela sağ tarafı gösteriyor, “Yörük Ramazan” yazan sol tarafı. Soldan gidiyoruz. Yörük Ramazan yaklaşık otuz yıldır ailesiyle birlikte burada yaşıyor. Gelenlere ücretsiz çadır kurma imkanı sağlıyor, çok güzel salata ve odun ateşinde patates kızartması yapıyor.
Tabii ki bu denize girmeden olmaz. Giriyoruz. Biz denizdeyken Yörük Ramazan patates kızartıyor, salata yapıyor. Bir süre sonra masanın başında bir hareketlenme fark ediyoruz. Kendi aramızda “Oldu mu acaba patatesler” diye konuşurken, masadakilerden biri sesleniyor: “Patatesler hazır, hadi gelin.”
Denizden çıkıyor ve Yörük Ramazan’ın meşhur patates kızartmasını ve salatasını yiyoruz. Bira eşliğinde. Sonra bitiyor molamız. Üzülüyoruz. Yani herkesi bilmiyorum ama ben üzülüyorum. Kekova Camping’e dönüyoruz yürüyerek. Gerisi bir gece öncekinin aynısı. Yemek ve ateş başında, yıldızlar eşliğinde gece yarısına kadar sohbet.
Ertesi sabah erkenden kalkıyor, çadırlarımızı topluyor, kahvaltımızı yapıyor ve yola çıkıyoruz.. Yaklaşık iki saatlik bir yürüyüşle Kaleköy’e varıyor, oranın en meşhuru olduğu söylenin I’m Here Cafe’de, Kaleköy manzarasına karşı dondurmamızı yiyoruz. Sular altında kalmış bu antik kenti geziyor, deniz kenarında, denizin içindeki lahitlere, antik kalıntılara karşı oturuyor, yanımıza gelen kedileri seviyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüyor, ağaçlardan karadut ve muşmula koparıp yiyor, limon ağaçlarının kokuları eşliğinde, asırlık zeytin ağaçlarının yanından geçerek Kekova’ya dönüyoruz. Kekova’nın merkezindeki marketin aşırı tatlı, herkese pati veren köpeğini seviyor, kamp alanına gidiyor, çantalarımızı alıyor, Kaş’a dönüyoruz.
İlginizi çekebilir: Burgazada’da bir gün: İstanbul’a yakın ama uzak bir tatil günü