Korkusuzca yaşamak için: Kendi denizinizi keşfetmeye var mısınız?
“Merhaba Dünya!” dedikten hemen sonra, siz de şanslı olan kısımdaysanız eğer; bir süre pamuklara sarılarak, el bebek gül bebek bakılıyorsunuz. “Tam da hayat size güzel” dönemi yani. Sonrasında okullar, sınavlar, başarılar, koşuşturmacalar, işler güçler derken; bakıyorsunuz ki hayat akıp geçiyor… Ve bir anda bir soru dökülüveriyor dudaklarınızdan: “Peki ya ben bu dünyaya neden geldim?”
Soru birçok başka soruyu da beraberinde getiriyor. Fark yaratmak için mi buradayım? Sadece bana söylenenleri, benden beklenenleri yerine getirmek için mi? Dünyaya faydası dokunacak birisi mi olmalıyım? Yoksa kendime faydam dokunsa, bu bana yeter de artar mı? Başarı için mi, sevilebilmek için mi, para için mi, takdir edilebilmek için mi? “Peki ya ben ne için yaşıyorum?”
Sorular büyük, cevaplar derin biliyorum. Sahi size de bu soruların ağır geldiği zamanlar oldu mu hiç? Umutsuzluğa kapıldığınız, her şeyin boş ve anlamsız göründüğü günler? Hayatınızın anlamını hep dışarıda; başka insanlarda, başka mekanlarda, başka hedeflerde aradığınız günler? Benim tüm bu sorulara cevabım dürüstçe bir “Evet!” olacak.
Evet! Zaman zaman bu duygular, düşünceler beni çevreler. Bir çıkış ya da çözüm yolu bulmakta zorlanırım. Hani kafanızın çok karışmaya başladığı, halinizin pek kalmadığı; çok da bir şey yapmak istemeyeceğiniz zamanlara gebe günler. İşte böyle süreçlerde bana umut veren, insan hayatının ne derecede anlamlı olabileceğini hatırlatan bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün sizlere: Viktor E. Frankl’ın kaleme aldığı İnsanın Anlam Arayışı.
1945 yılında sadece 9 günde yazılan kitap, toplama kamplarında hiçbirimizin hayal bile edemeyeceği koşullar altında yaşamış psikiyatrist Frankl’ın kamptaki hayatı ve gözlemlerinden oluşuyor. Yazar, kitabın ikinci kısmında ise kendi kurmuş olduğu “Logoterapi”nin temellerinden bahsediyor. Üzerinden oldukça fazla zaman geçmesine ve şu an o günlerden çok daha farklı hayatlarımız olmasına rağmen, Frankl’ın kitaptaki soruları ve cevapları hala güncelliğini koruyor. Ben de sizlerle, kitabın neden benim kurtarıcı, başucu kitaplarımdan biri olduğunu paylaşmak istiyorum.
İlk olarak yazarın “başarı” üzerine olan bakış açısı beni kendine çekiyor. Başarıyı amaçlamanın doğru olmadığı; önemli olanın elinden geleni yapmak olduğu ve başarının bir sonuç olarak -uzun vadede- kendiliğinden geleceği yönündeki görüşü. Siz yazarın bu görüşüne ne kadar katılırsınız bilemem; ama bana başarının hemen şu anda, yeri geldi çok da emek vermeden bize gelmesini istediğimiz dönemlerdeyiz gibi geliyor. Başarının asıl amaç olarak görüldüğü ve ona ulaşmak adına her şeyi yapmanın mübah olduğu ortamlar beni gerçekten düşündürüyor.
Kendi başarısı uğruna başkalarını harcamak, arkadan türlü işler çevirmek; tabiri caizse insanların üzerine basa basa yükselmek. “Nasıl”ın unutulup, sadece sonuca gözlerin delice kenetlendiği ortamlar… Ve asıl üzücü olan ise, bunun çok da normal bir durum olarak algılanması. Çünkü kendini rahatlatmak için yapılan açıklamaların ardı arkası kesilmeden geliyor. “Ama her yer böyle!” “Oyunda kalabilmek adına bunları yapmak zorundasın!” gibi gibi.
Peki ya size de tüm bunlar oldukça tanıdık geldi mi? Gerçekten de bu ayak oyunları, günümüz dünyasında bir zorunluluk mu? Bu soruya kitaptan bir cevap vermek istiyorum. Frankl’a göre “İnsandan bir şey dışında her şey alınabilir; o da belirli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi.” Yani aslında “Çevre kötüydü, ben de o yüzden bunları yapmak zorunda kalıyorum” açıklaması pek de yeterli görünmüyor, özellikle de toplama kamplarındaki koşullarla karşılaştırılınca. Çünkü yazara göre insan kamp koşullarında dahi onurunu koruyabiliyor. Seçimlerini dışarının doğrularına ya da gerekliliklerine göre yapmaktansa; kendi doğrularına göre yaşamayı seçebiliyor.
Hatta yazar kitapta “İstisnai derecede zor koşullar, insana kendi ötesinde bir gelişme fırsatı sunuyordu” şeklinde gözlemlerini paylaşıyor. Bazen sınandığımızı düşündüğümüz, sadece bizim başımıza geliyor diye isyan ettiğimiz durumlar; içinde gerçekten acı barındırıyor olabilir. Yeri geldiğinde durumu tüm gerçekliğiyle kabullenip; sonrasında bu durumla nasıl yüzleştiğimiz, hangi rolü kendimize yakıştırdığımız önemli oluyor. Kahramanca elimizden gelenin en iyisini mi yapmaya çalışacağız? Yoksa daha kolay geldiği için kurban rolünü mü seçeceğiz?
Cevabınız “kahramanca kendi yolumu çizmek” olduysa eğer, yazarın kendi hayatını anlamlandırmak isteyenler için çarpıcı gözlemleri yol gösterici olabilir diye düşünüyorum. Mesela kampta daha uzun süre dayanabilenler kimler olmuş sizce? Fiziksel olarak daha güçlü olanlar mı? Aslına bakarsanız bunun pek de bir önemi yok; çünkü manevi dünyasına sığınmayı başarabilenler, kampta uzun süre dayanma gücünü kendilerinde bulabilmişler. İşte tam da burada geçmiş güzel günleri hatırlayarak destek almak; ama geçmişte takılı kalmayıp geleceğe bakabilmek önemli olmuş. Bütün bunları okuduktan sonra kendime birkaç soru soruyorum. Bazen biz de geleceğin belirsizliğindense, geçmişin hoş anılarında kendimizi kaybetme yolunu seçmiyor muyuz? Bazen adım atmaktan korktuğumuz için; kendi geleceğimize kara bulutları ellerimizle ekleyip, fırtınalarda savrulmaya başlamıyor muyuz?
Kitaptaki Nietzsche’nin “Yaşamak için bir “neden”i olan kişi, hemen hemen her “nasıl”a katlanabilir” sözü, cevabın nerede saklı olduğunu özetlemeye yetiyor. Ve evet kampta da gelecekten ümidini kesen tutuklunun sonunun yaklaştığını, Frankl birçok kere gözlemliyor. Yazarın kamp koşullarına dayanabilmesinde, o an belki de çok farkında olmasa da, kendisi hastayken ölümcül hastalarla ilgilenmeyi seçmesi yatıyor. Bu görev yazarın kamptaki yaşam amacı haline geliyor. Yazar ona pusula olacak, doğru yolda kalmasını sağlayacak amacına sıkı sıkı tutunuyor.
Peki ya sizin yaşam amacınız ne? Yaşamınızın anlamı ne? Hala bu soruların cevaplarını arayanlardan mısınız? O zaman yazarın bu konudaki önerilerine kulak vermeyi deneyebiliriz hep birlikte. “Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız; bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil; doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu.” Yanlış anlaşılma olmaması adına konuşma ve meditasyon bizlere fayda sağlasa da; asıl kendi doğrumuza yönelik aksiyonlar almadığımız sürece hepsinin yetersiz kaldığı şeklinde yorumluyorum yazarı. Kendi hayatının iplerini eline alabilmek, bunun için çaba göstermek, aslında bizim kendimize ve dünyaya karşı sorumluğumuz değil mi sizce de?
Yazara göre de “Yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğu almak anlamına gelir.” Ama burada güzel ve insani olan ise, herkesin yaşamın anlamını keşfedebilmek adına izleyeceği yolun birbirinden farklı olabilmesi. Frankl kitabında 3 seçenekten bahsediyor. Evet, bir eser bırakarak ya da bir iş yaparak olabilir bu. Ama kesinlikle zorunluluk olarak görmez bunu. Bir insanla etkileşerek, bir insanı yaşayarak yani severek de kendi yaşamımızın anlamını bulabiliriz. Son olarak da kaçınılmaz acı karşısındaki duruşumuz da bize anlamı getirebilir.
Benim kitabın en sevdiğim yanlarından biri ise, yazarın 3 farklı yolu bizlere aktarırken sahiplendiği bakış açısı oluyor. Çünkü aslında herkesin yaşam amacının sadece onun için olduğunu, biricik ve eşsiz yapısını vurguluyor. Bu yüzdendir ki, yaşam amacımız sadece bizim tarafımızdan keşfedilebilir. Maalesef hayata dair kullanma kılavuzu bekleyen bizler için, bu cevap biraz üzücü biliyorum. Hayatta kısa yol tuşu diye bir şey de yok! Bizden başka bir tane daha da yok! Bu yüzden de anlamımızı bulamayınca, başkaları ne yapmış diye cevapları dışarıda aramak da nafile. Çünkü bugün Sino’nun yaşamının anlamı dediği şey, başka birisi için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ve bu durum çok ama çok normaldir; iki farklı insan ve iki farklı yaşam. İşte bu kadar basit!
Ama birçoğumuz için kendi hayatımıza uygulama kısmının o kadar da basit olmadığını bizzat deneyimliyorum. Bu sorgulamalarda yalnız olmadığımızı da biliyorum. Anlam arayışı, çağın en büyük sorunu olarak karşımızda duruyor belki de. Yazar bu durumun sebebini; insanların araçları her zamankinden fazla iken, amaçlarının olmaması olarak görüyor. Çünkü aslında işinizin olması, amacınız olduğu anlamına gelmez. Sevgilinizin olması, amacınız olduğu anlamına gelmez. Çocuğunuzun olması, x ya da y’ye sahip olmanız da bu anlama gelmez. Peki ya anlamı ne getirebilir?
Frankl’a göre “Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği insana kendini adayarak, ne kadar kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini o kadar gerçekleştirir.” İşte bu yüzden, kendimizi tanımladığımız etiketlerin öylesine bizlere eklenmiş olmamasına, bizde eğreti durmamasına, hayatta yuvarlanıp gidecek kadarı ile yetinmemeye dikkat edelim diyorum. Bu dünyada bu andan sonra ne kadar günümüz, şansımız, fırsatımız olduğunu bilmiyorsak eğer; başkalarının bize yakıştırdığı hayatı yaşamaktansa, kendi dilediğimiz hayatı yaşamaktan korkmayalım. Peki ne mi yapalım?
Balıklama atlayalım yaşam denizine! Başımıza bir şey gelir mi, ayağımıza yosun dolanır mı diye çekinmeden belki de. Çünkü uçsuz bucaksız denizlerde, kendimize özgü yüzme stilini keşfetmekten; evet arada su yutsak da, batsak çıksak da; keyif aldığımız diyarlarda dilediklerimizi yaşamaktan güzeli yok sanırım. Bir gün kendimize uyan denizi bulabilmek ve bu denizde nice korkusuzca kulaçlar atabilmek dileğiyle! Sevgiyle!
Not: Fotoğraflar, kendi anlam arayışımda, yollara düştüğüm, kilometrelerce yürüdüğüm ve nefesimi kesen her bir manzaradan sonra Machu Picchu’ya ulaştığım Salkantay Trek maceramdan (Temmuz 2015, Peru).
İlginizi çekebilir: Hayatımızdaki iki önemli güç: Şükür ve teşekkür! Çok şükür!