İnsan zihninin, onu diğer türlerden ayıran harika özellikleri var. Düşünebilme becerisi bize bahşedilmiş en güçlü beceri ama bu gücü nasıl kullandığımıza bağlı olarak aldığımız sonuçlar değişiyor. İnsan geçmiş ve geleceğe yolculuk yapabilen, hayal kurabilen, analiz yapabilen, karşılaştırma yapabilen, canlı olmakla övünürken aslında aynı özellikler sayesinde kendisine büyük tuzaklar kurabilen bir canlı.
Bu tuzaklardan biri de kıyaslamak. Kendimizi bir içerik olarak yaşadığımız halde, zihnimizden geçenleri, duygularımızı, düşüncelerimizi, niyetlerimizi biliriz. Oysa ilişki kurduğumuz insanlara ait içeriğin tümüne erişme şansına hiçbir zaman ve hiçbir koşulda sahip değiliz.
Katıldığım bir seminerde konuşmacılardan biri küçük bir öneride bulunmuştu: “Kendi içinizi başkalarının dışıyla karşılaştırmayın!”
Ne kadar güçlü bir söz! Bilebildiğimiz tek iç, bilebildiğimiz kadarıyla kendi içimiz olduğuna göre, yaptığımız tüm karşılaştırmalar sadece ruh dünyamız açısından değil, mantıksal olarak da yanlış. Aynı kategoride olmayan iki şeyi karşılaştırmanın doğru ve faydalı bir çözüm vermesine imkân var mı?
Montaigne, “İnsan sadece mutlu olmayı isteseydi bunu elde etmek zor olmazdı, ama o diğerlerinden daha mutlu olmak istiyor ve bu da neredeyse imkânsız, çünkü başkalarını, aslında olduklarından daha mutlu sanıyor,” diyerek kıyaslamaların yaratacağı kısır döngüyü çok da güzel anlatmış.
Yine de bunu sürekli olarak yapmaya devam etmemizin bir nedeni olmalı. Buna hizmet eden şeyler neler olabilir?
- Mutluluğumuza ilişkin nesnel bir ölçü biriminin olmayışı insanı başkasıyla kıyaslayarak mutluluğunu anlamaya yöneltiyor olabilir.
- Darwin’e göre bu, hayatta kalma mücadelesinin bir sonucu. Hayatta kalmayı diğerlerine göre daha iyi olan, diğerlerinden daha çok şeye sahip olan başarır. Bu nedenle de kıyaslama ve kıskançlık doğar.
- “İnsan insanın kurdudur”, diyen Hobbes insan doğasında rekabeti ve çatışmayı barındırır diyor.
- Rousseau’ya göre ise doğal insan eşitlikçi ve mutludur ama toplumsal hayat onu rekabetçi yapmıştır.
- Dış faktörler, sosyal medya gibi unsurlar kıyaslama dürtümüzü sürekli olarak tetikliyor. Başkalarının harikulade yaşamlar sergilediği sanal alemden topladığımız veriyi zihnimiz “eksik” olduğumuz fikrine dönüştürüyor.
Nedeni her ne olursa olsun kıyaslamak sonunda mutlaka kaybettirir çünkü başkalarına bağımlı olmakla kalmaz, mutluluğumuzu tahmini değerlendirmelerin eline bırakmış oluruz. Bizden kötü durumda olanlara bakıp da elde edeceğimiz tatmin de çok geçicidir çünkü her zaman bizden daha iyi durumda olanlar veya öyle görünenler olacaktır. Kıyaslama bizi kendi doğamızdan, içsel huzurumuzdan uzaklaştırır. Kendimizi anlama, kabul etme ve gelişme süreçlerinden de alıkoyar. Yönümüzü belirleyemez hale geliriz.
Krishnamurti diyor ki, “Rekabet insanın ne durumda olduğunu gizler. Kendinizi anlamak isteseniz başkasıyla mı kıyaslarsınız? Kıyaslayarak herhangi bir şeyi anlayabilir misiniz? Bir yağlı boya tabloyu, başka bir tabloyla karşılaştırarak mı, yoksa o resmin tamamen farkında olarak mı anlarsınız?”
Evet, kabul etmek gerek. İnsanız ve böyle bir yanımız var. Belki de her şeye rağmen bir yanımız kıyaslama alışkanlığını sürdürecek. Küçük haset perisi usul usul kulağımıza fısıldamaya devam edecek, bizi tuzaklara düşürmeye çalışacak. Ama onun varlığını dışlamadan, onu bastırmadan, tıpkı olumlular gibi olumsuz duygularımızın da farkında olup kontrolü yine de elde tutabiliriz. Bu durumda hiç değilse resmin bütününü tanıma ve fark etme şansımız daha fazla olacaktır.
İlginizi çekebilir: Kaygı çağı: Yaşamın getirdiklerine nasıl mutluluk katabiliriz?