Kitapları seven kız: Kerouac ile yollarda
Acaba çocuk kitaplarının mutlu, güvenli ve teselli edici ülkesini terk edip hiç bilmediğim bir ülkeye, yani yetişkin kitaplarının ülkesine doğru yola çıkışım tam olarak hangi zaman dilimine geliyor ve ilk olarak hangi kitapla başladı? Bunların cevabını veremiyorum. Ama ergenliğe adımımı atar atmaz bağımsızlığımı ilan etmek istediğimi çok iyi hatırlıyorum.
“Hiçbir zaman evlenmeyeceğim”, diye yazardım günlüklerime. “Yola çıkacağım, çöle gideceğim, kaktüslere şarkılar söyleyen bir kertenkele olacağım.” İçimde dayanılmaz bir yol hasreti, bir özgürlük tutkusu, dinmek bilmeyen bir gitme arzusu vardı. Evde tuhaf şeyler oluyordu, annemle babam boşanmıştı ve kendi yalnızlığım içinde, kitaplar tek arkadaşımdı.
Nereye ya da kime yönelteceğimi bilemediğim bir öfkeyle dolup taşıyordum. Enerjimi asla dışa vuramıyor, sesimi asla yükseltemiyor, hatta kendime ait bir sesim olup olmadığından bile emin olamıyordum. Annemle babamın isteği üzerine bir terapistle görüşmeye başlamıştım. Bana ‘kendim olmayı seçmem’ ya da ‘kendimi daha çok sevmem’ gerektiğinden her söz edişinde ona aynı cevabı veriyordum: “İyi ama ben kim olduğumu bilmiyorum!”
Yetişkin kitaplarını keşfetmemle birlikte, her yazarın kendine özgü bir sesi olduğunu keşfetmem de bir oldu. Bu benim için büyük bir keşifti, çünkü kendime ait bir sesim olmadığını düşünüyordum ve bu yazarlardan biri belki bana sesini ödünç verebilirdi. Ancak ben bir kadın yazarın sesiyle konuşmak istemiyordum. Kadın yazarları hiç tanımıyor olsam da onlar hakkında çok kesin, tutucu ve acımasız fikirlere sahiptim. Onları zayıf, hastalıklı ve fazlasıyla ‘ağlak’ buluyordum.
O zamanlar bile biliyordum yazar olmak istediğimi. Ama ben sürekli sızlanıp duran o kadın yazarlar gibi olmayacaktım. “Kim onlar?”, diye soracak olsalar susup kalırdım ama biliyordum ki haklıydım. Bu, benim için bir ölüm kalım meselesiydi. Bir hayat felsefesiydi. Hiçbir zaman evlenmeyeceğini haykırmak gibi inatçı, toy ve çocukça bir şeydi. Hayır, onlardan biri olmayacaktım ben. İyi ama öyleyse kim olacaktım?
Belki de tutkuyla aradığım şey de bir yerlerde beni arıyordu. Sonunda onunla buluştuğumda ise dünyalar benim oldu. Adı Jack Kerouac’tı, Beat Kuşağı’nın en havalı ve yakışıklı üyesiydi ve bundan da öte, sesini ödünç alabileceğim biriydi. Ne de olsa ben kadın olmayı da kadın yazarları okumayı da reddediyordum. Kerouac, içindeki dişiyi dışlaması ve erilliği yüceltmesi sebebiyle, tam aradığım kişiydi.
Evet, o zamanlar kaderimde çok büyük, macera dolu, çılgınca bir şeylerin yazılı olduğuna inanıyordum. Ben kadın değil, erkek de değil, bambaşka bir şeydim. Bu tavrımın genç kızlar arasında son derece yaygın olduğunun ve aslında anneme duyduğum kızgınlıktan kaynaklandığının ise farkında bile değildim.
Ancak ben kabul etmek istemesem de, her geçen gün biraz daha büyüyor ve kanlı canlı bir kadına dönüşüyordum. Regl olmaya başlamıştım, göğüslerim giydiğim bol tişörtlerin altından belli oluyordu ve yakışıklı erkeklere, özellikle de öğretmenlerime karşı engel olamadığım bir ilgi duyuyordum.
Bununla birlikte ise çok acı bir gerçeğin farkına varıyordum: Beat Kuşağı bir grup güçlü kuvvetli, maço erkekten oluşuyordu ve ben cinsiyetimden dolayı hiçbir zaman onlar gibi tek başıma yollarda otostop çekecek ya da parklarda uyuyacak kadar özgür ve güvende olamayacaktım. Bana bahşedilen tek özgürlük parçası, odamda bir tütsü yakıp, tek kişilik yatağıma uzanarak onların kitaplarını okumaktı.
Ben de öyle yaptım. On dört ve on beş yaşlarımda çılgınlar gibi Beat Kuşağı yazarlarını okudum. Özellikle Kerouac’a karşı derin bir aşk besliyordum. Paris’te Satori, Yalnız Gezgin, Yolda… “Bir gezgin olmak, sırt çantamla dünyayı gezmek istiyorum”, diye yazıyordum. “Ceplerimi Afrika maskeleriyle, deniz kabuklarıyla, gizemli taşlarla ve gümüş yüzüklerle doldurmak…”
Kendimi onun sözcükleriyle yoğuruyor, tıpkı Pygmalion gibi çamurdan yarattığım bu yeni kadın heykeline onun kitaplarıyla şekil veriyor, sonra da yavaş yavaş bu heykele âşık oluyor ve tıpkı Pygmalion mitinde anlatıldığı gibi, oturup heykelin canlanmasını bekliyordum. Heykeli canlandırabilecek tılsımın bizzat kendi sözcüklerim olacağını, kendi sözcüklerimi bulmak içinse her şeyden önce kadın yazarları okumam gerektiğini ise henüz bilmiyordum.
Hayır, bütün bunların olmasına daha çok vardı. Kadın yazarları keşfetmeme ve dolaylı yoldan da olsa annemle barışmama, kendimi bir yazar yapmama, heykeli canlandırmama çok vardı… Ve bütün bunlardan önce, her şeye karşın, onunla geçirdiğim o iki uzun, acı dolu ve muhteşem yılda, Jack Kerouac benim hayatımı kurtarmıştı.
Bir yolculuğa çıkmıştım onun sayesinde, yollara düşmüştüm kendimce. Erkeklere tanınmış o ayrıcalıklı ‘hobo’ yaşantısını hayallerimde de olsa tadabilmiş, bu hayali deneyimlerin beni dönüştürmesine izin vermiştim. En önemlisi de, her yolculuğun aslında içsel bir yolculuk olduğunu öğrenmiştim.
Büyüyüp de yeniden çocuk kitaplarının mutlu, güvenli ve teselli edici ülkesine döndüğümde ise artık bir yazardım ve kendi sesime sahiptim.
İlginizi çekebilir: Tibet Budizmi’ne göre iyi kalabilmek için ‘Üç Taahhüt’