Yaklaşık on yıl önce, tek başıma, yeni bir hayat kurmaya karar vermiştim kendime. Yapayalnız hissediyordum ve başkalarına çok kolay gelen gündelik işleri bile yapmakta zorlanıyordum. Başkaları şu ‘yaşama uğraşı’nda çok usta gibi geliyorlardı bana. Bense kendimi yeni yeni yürümeyi öğrenmiş bir çocuk gibi hissediyordum.
Bir kaktüs gibi dikenliydim ve bir kaktüs gibi sabırla çiçek açmayı bekliyordum. Bunun kendiliğinden olacağını, yapmam gereken tek şeyin beklemek olduğunu sanıyordum. Hiçbir şey olmuyordu. Hayata tutunmak istiyordum ama bunu yapacak donanıma sahip olduğuma inanmıyordum. Değişmek istiyordum ama yerimden kalkmadan… Değişmek için sorumluluk almam gerektiğini düşünmek bile istemiyordum.
Aslında ne kadar güçlü olduğumun farkında değildim. Birilerinin çıkıp da bana iyi olduğumu söylemesine ihtiyacım vardı, bu yüzden durmaksızın tuhaf hastalıklar icat edip doktorların kapısını çalıyordum. Bana bir şeyim olmadığını söylediklerinde mutlu oluyordum. Hastalığımı ben uydurmamışım gibi rahatlıyordum. Ancak kısa sürüyordu bu duygu. Çok geçmeden yine kötü hissetmeye başlıyordum kendimi. Çok geçmeden yine umutsuzluğa kapılmaya başlıyordum…
Kedileri insanlardan daha çok sevdiğim günlerdi. Haberleri okumaya tahammül edemediğim, ülkeme ve dünyaya karşı inancımı yitirmeye başladığım, kendim için bir gelecek göremediğim, belirsiz ve karanlık günler. Her şeyin temelinde yatan sebebin ise benim kendime karşı duyduğum inançsızlık olduğunu görmezden geliyordum.
Bir gün bir profesörün kapısını çaldım. Ona hasta olduğumu düşündüğümü söyledim. Beni muayene ettikten sonra babacan bir tavırla omzuma vurdu ve kendime bir terapist bulmamı, o hastaneye de bir daha gelmememi önerdi. Çok utandım ama bir otorite figürünün kılavuzluğuna da muhtaçtım. Ertesi hafta onun sözünü dinleyip terapiye başladım.
Böylece hastanelerin yerini terapistimin ofisi aldı. Bir Monet tablosu ve lotus şeklinde mumlarla süslü o küçük ofiste çok kısa bir zamanda kendi ayaklarımın üzerinde durmayı, kendime inanmayı öğrendim ve beni yiyip bitiren birçok şeyi geride bıraktım. Ancak bana iyi olduğumu söyleyen tek kişi, terapistim olmadı. Bunu söyleyen biri daha vardı. Bu kişi, Mark Twain’in ikinci kuşaktan yeğeni, yazar Jean Webster’dı.
Bir gün terapiden çıktıktan sonra kitapçıları gezerken, Webster’ın Sevgili Düşmanım romanı takıldı gözüme, ‘yeni çıkanlar’ raflarından birinde. Kitabın ismi hoşuma gitti, yıllar boyunca kendini bir düşman olarak görmüş ve nihayet kendini sevmeyi öğrenmiş biri olarak anlamlı buldum bu küçük karşılaşmayı.
Arka kapağını bile okumadan kitabı hemen satın aldım ve eve gidip bir fincan limonlu çay eşliğinde okumaya başladım. Daha ilk sayfalardan itibaren yüzüme bir gülümseme yayıldı, kendimi evimde hissettim. Webster’ın 1915 yılında yazdığı bu sıcacık kitabın içinde, kendimle barış içinde ve güvendeydim.
Dünya umurunda değildi başkarakterin. Aklı bir karış havada bir genç kadındı bu, tıpkı modası geçmiş bir romantik komedi filmi karakteri gibi. Tek derdi güzel elbiseler giymekken, bir yetimhanenin yöneticisi olarak buluveriyordu kendini. Kitap ilerledikçe de, kendini yetimhanedeki çocuklara adıyor ve topluma faydalı, saygıdeğer bir bireye dönüşüyordu. Benim gibi kendi melankolik baloncuğunun içinde yaşayan bir kadın için örnek alınası bir karakterdi bu.
Kitabı bitirdiğimde, karışık duygular vardı içimde. Dünyanın en güzel romanlarından birini okumuş olmanın mutluluğu, kedileri insanlardan daha çok sevmekle geçen birkaç karanlık aydan sonra yeniden insan sevgisiyle dolup taşmanın şaşkınlığı ve toplumdan ne kadar kopuk yaşadığımın utancı… Bir şeyler yapmak istedim doğal olarak. Bir işe yaramak. Neden bilmiyorum ama ülkeme ve dünyaya yeniden inanmamı sağlamıştı neredeyse yüz yıl önce yazılmış olan bu küçük kitap.
O günden sonra her yıl, kendi çapımda küçük iyilikler yapmaya başladım. Hem hayvanlar hem de insanlar için… Herkesten çok bana iyi geldi bu. Ne de olsa, bir başkasına iyi gelmek kadar hiçbir şey iyi gelemez insana, öyle değil mi? Ancak sonraları, bunun da kendi başına yeterli olmadığının farkına vardım.
Bana düşen başka sorumluluklar da vardı. Bunlardan en önemlisi ise hem düşüncelerimde hem yazılarımda hem de kalbimde, gerçekte beni daha en başta yiyip bitiren şeylerin başında gelen şu korkunç bireysellik tutkumu terk etmek ve yüzümü topluma dönmeye başlamaktı. Belki de toplumla hiçbir zaman kendi yalnızlığımla olduğum kadar barışık olmayacaktım ama deneyebilirdim. Kendi hayatıma bakmak yerine, bakış açımı genişletebilir ve dünyanın ne kadar büyük bir yer olduğunu, benimse ne kadar küçük olduğumu nihayet fark edebilirdim.
Aradan on yıl geçti ve ben çok değiştim. Bugün bu satırları yazmamın ise iki sebebi var şimdi. İlk olarak, elbette ki Jean Webster’ın muhteşem Sevgili Düşmanım romanını herkesin okumasını istiyorum. İkinci olarak da, pes etmenin çok kolay olduğu bu zor günlerde size “Ne olur, çabalamaya devam edin! İnancınızı yitirmeyin! Umut etmekten vazgeçmeyin!”, demek istiyorum.
Bir de, sanırım ben hâlâ kedileri insanlardan azıcık daha fazla seviyorum!
İlginizi çekebilir: Kitapları seven kız: Virginia Woolf ile Maçka Parkı’nda