Kimliğimiz inançlarımız üzerine mi kurulu, yoksa bildiklerimiz üzerine mi?
Sahip olduğumuz inançlar, dışarıya gösterdiğimiz kimliğimizin bir parçası hem de çok büyük bir parçası. Dışarıya gösterdiğimiz desem de bir şekilde inandığımız, o olduğumuza emin olduğumuz bir dış kabuk. İnanç dediğimiz şey, basitçe, bir manipülasyon sonucu ikna olduğumuz herhangi bir olgudur. İnanmak, kanmaktır bir şekliyle. Bir şeyin doğru olduğuna dair fikre olur vermek. Akıl ile verdiğimiz bir karar. Oysa bilmek başka bir şeydir. Bilmek bir ikna, bir manipülasyon gerektirmez. Sorgusuz bir biat getirir içten. Boyun eğme bile değil, ilahi bir kabul halidir. Bu ikisi arasında cidden incecik (süptil) bir fark vardır. Ancak bu fark yaşamlarımızda yol ayrımları geldiğinde uçurumlar yaratır. Aynen bir dairenin merkez noktasından alınan x derecelik açının, daire çapı genişledikçe açılması gibi.
İnanmak ile bilmek arasındaki farkı en basit şöyle anlatabilirim;
İsmimin Esra olduğuna inanıyor muyum, yoksa bunu biliyor muyum?
Var olduğuma inanıyor muyum, yoksa bunu biliyor muyum?
Bir ideolojiye inanıyor muyum, yoksa biliyor muyum?
Soruları çoğaltabiliriz. Cevaplarda kendimize dürüst olduğumuz sürece de aslında yaşam ile ilgili karar ve enerjimizi nerelere verdiğimizi görebiliriz.
Bu … Yapacağıma inanıyor muyum, biliyor muyum?
… Doğru olduğuna inanıyor muyum, biliyor muyum?
İnançlar genellikle, belirli yapıların büyük reklam kampanyaları sonucunda satın aldığımız dosyalar gibidirler. Kadınların zayıf olduğuna inanırız, hayatın zor olduğuna inanırız, insanın doğadaki diğer canlılardan üstün olduğuna inanırız, anlatılan dinlere inanırız, tarih bilgilerine inanırız, annemizin söylediklerine inanırız, bize sevgisiz davrananın, alt metinde sevilmeye değer olmadığımızı (ki kendisine diyordur da) söylemesine inanırız, layık olmadığımız fikrine inanırız, ayrı olduğumuz fikrine inanırız…
Ama içten içe biliriz. Ayrı olmadığımızı, dinlerde anlatılandan çok daha farklı gizli bir sevgiyi, sevgiliyi, aslında değer olduğumuzu… Biliriz, nasıl bildiğimizi bilmediğimiz bir şekilde biliriz. Bazen o kadar iyi biliriz ki, açıklamaya kalkınca kelimeler içleri boş, kof çekirdekler gibi ezilir ağzımızda. Ne söylesek doldurmaz içini. Fikrin karşısına kelimelerle geçemediği için “iç bilmelerimiz”, bildiğimizden şüphe ederiz. İnancın getirdiği güçlü motivasyona, manipülasyona teslim oluruz. Karşı koyacak akılcı bir güç bulamayız.
Oysa akılcı güce ihtiyacımız olması inancı bile satın alınmış bir gerçekliktir. Tek olanın, kendine benzer bir örnek arayışında yalnız olması çok doğaldır! Tekliğin doğası budur ve genel hikayeler ile desteklenip beslenemez! Burada cesaret, “benim” diyebilmekte ve tek olanın sorumluluğuna “evet” demektedir. Sorumluluk deyince kelimenin getirdiği enerjisel yükten sıyrılın lütfen, içinde nefes almaktan, hakim olmaktan bahsediyorum, mülkiyetsiz bir sahiplikten.
Bu tabloya bakarsak her şeyi yıkıp yeniden yapılandırmak lazım gibi ya, aynen de öyle.
Soru çok basit!
İnanıyor muyum?
Biliyor muyum?
Tek kuralı var, dürüstlük!
Amasız, mazeretsiz, kaçmadan…
İstediğim hayatı yaşayacağımı biliyor muyum?
Bu ilişkinin yürüyeceğini/yürümeyeceğini biliyor muyum?
Bilmek doğal bir topraklanmadır. Hep biliriz, sadece kabul etmek bazen bize zor gelir. Dürüstçe, bildiğini “gördüğünde” köklenirsin. O merkezlenme dediğini kolayca yaşarsın. Kendiliğinden! Binlerce ritüele ihtiyacın yoktur. Sadece bildiğin hal içinde kendine dürüst olursun. Gerçeksindir, varsındır ve oradasındır. Senin gerçekliğin, tek gerçektir. Başka bir soru, sual, sorgulama yoktur. Netlik güzel şey değil mi? Omuzlardaki tonlarca kum torbasını yere bırakmak gibi.
Hayatın zor olduğu bir inançtır, yaşamın acı olduğu bir inançtır, mutluluğun diğerlerine bağlı olduğu bir inançtır, tanrının cezalandırıcı olması bir inançtır. American Gods dizisinin ilk bölümünde Lucifer şöyle diyor; “Bunca insan bu demir yığınının uçtuğuna inanmasaydı bu uçak nasıl havada kalırdı?”
İnanç bu kadar güçlüdür. Düşüncelerin keskin ve bir dolu kaygı, bazen umut (ki genellikle bir hırs eşliğinde) ile bir yere yönlendirilmesidir. Her gün, her birimiz, birilerinin rüyaları için elimizdeki sihirli değnekler ile tatlı sihirler yapıyoruz. Hayalleri gerçek kılıyoruz, bilmeden… Satın aldığımız o fikirlere bizim gerçeklerimiz gibi sahip çıkarak… Başkalarının doğrularına körü körüne inanarak, onların kendi yaşamları için kurdukları düşlere gönüllü olarak yardım ediyoruz. Bazen de meydan okuyoruz hayata ve acılarımıza, göreceksiniz benim kim olduğumu! “İstanbul sen mi büyüksün, ben mi?” sendromu ile, kendimize sahte bir “binanç” yaratıyoruz. Bu da yeni bir terim olsun, *bildiğimize kendimizi inandırdığımız bir inanç hali!
Düşünsenize, mutsuz ne kadar çok evlilik, ilişki var. Sadece “dul” kadın olmanın zor olduğu inancından, başka bir ilişki için yaşının geçmiş olduğu inancından… Mutsuz ne kadar çok çalışan var, başka bir iş bulamayacağı inancından, başka bir beceriye bu saatten sonra sahip olamayacağı inancından… Ve bu inançlar, sorgusuz bir iç mecburiyet ile hizmet eden bir çalışanı doğurur. İş yerinin hayalini gerçek kılar. İlişkinin diğer tarafındakini özgür ve çabasız kılar.
Bu inançlara o kadar çok inanırız ki, artık binanç olurlar…
Bildiğimizi yaşamadığımızda, başka birinin veya sistemin bildiğini yaşamak zorunda oluruz. Otomatik olarak.
Kendiniz hakkında karar vermeye hazır mısınız? Sorumluluğunuzu almaya?
“Ben benim” demeye ve bu da benim bildiğim demeye!
Bu hayat tek, siz de teksiniz.
İçten içe bildiğiniz ben özelim duygusu buradan gelir. Teksiniz çünkü. Üstün değil, aşağıda, yukarıda değil, tek…
Ve bu tek olan, tekliğini kabul etmez ise, yaşam gerçekten var olur mu onun için?
Bugün, şimdi, bildiğin sen ile inandığın “şeyler” arasında seçim yaparken farkında ol, kimi seçtiğini…
Kendi hayallerinin büyücüsü olmaya, kendine evet diyenlere selam olsun!
İlginizi çekebilir: Farkında mıyız: Bilinçaltımıza kimler, neler fısıldıyor?