“Ailenin en güzeli, en zekisi, en yeteneklisi ben değilim. Ailenin genellikle dışarıda olan üyesi benimdir.”
Bu açıklamayı birçoğumuz yapıyoruz veya başkalarından duyuyoruz. İlginç olan bu açıklamanın kendisi değil, bunu söyleyen kişinin bu durumu son derece rahat bir şekilde kabullenmiş olmasıdır. Bu cümleyi söyleyen birçok kişi sözlerini “Ne yapayım, ben de böyleyim” diyerek bitirir.
“Ailenin başarılı kişisi erkek kardeşimdir. Ailenin yıldızı kız kardeşimdir. Ben ise utangaç çocuğumdur.”
Bu açıklamalardan o kadar çok var ki.. Siz de etrafınızdakilere “Ben ailenin … olanıyım” cümlesini söyleyip boşluğu doldurmasını istediğinizde, mutlaka herkesin söyleyeceği bir şey vardır.
Aile içinde kendimizi nasıl görüldüğümüz ve nasıl davranışlarla karşılandığımız, aslında hayat boyunca kendimize bakış açımızı belirler. Bize sunulan kimlik veya karakter özellikleri bazen apaçık meydanda olurken bazen de hemen anlaşılmayan şekilde gizli olabilir. Ebeveynleri bıktırma, ilgi eksikliği veya ebeveynlerin varlığımızdan duydukları mutluluk, “kendimizi geliştirmemiz için” yapılan eleştiriler, tüm sözlü ve sözsüz davranış şekilleri hızlıca içselleştirilir ve kendimizi nasıl tanımladığımızla ilgili zihnimizde bazı şekiller oluşmasını sağlar. Üstelik tüm bu tanımlamalar bizim gerçekte kim olduğumuzla çok az benzerlik gösterse de bu içselleştirme ve zihinsel süreç çoktan başlamıştır.
Varlığımızla ilgili varsayımlarımız, anne babamızdan aldığımız en ilkel fikirleri kaynak alır. Örneğin anne babamız tarafından sürekli bir şeye ihtiyaç duyan bir çocuk olarak görülüyorsak ve bu durum anne babamıza yük oluyorsa, kendimizi bencil veya girişken biri gibi görmeye başlarız. Küçüklüğümüzden beri istediklerimizi elde etmek için ısrarcı olmamız gerektiği öğretilmiş olabilir. Ya da ihtiyaçlarımızı dile getirdiğimiz zaman utangaçlık sergilememiz gerektiği öğretilmiş olabilir.
Eğer aile içinde kendi kendine yeten ve başkalarına daha az ihtiyaç duyan biri olarak idealize edildiysek, büyüdüğümüz zaman bir şey isterken kendimizi suçlu hissedebiliriz. Özgür olmak için hiçbir zaman başkasından yardım istemememiz veya başkalarına güvenmememiz gerektiğine inanıyor olabiliriz. Eğer kaba ve kontrolsüz biri gibi görülüyorsak, hiçbir işe yaramadığımız ve etrafımıza sadece kargaşa getirdiğimiz inancına sahip olabiliriz.
Kendi kimlikleriyle ilgili yanlış fikre kapılan kişiler, hayatları boyunca bu kimliği kanıtlama veya aksini kanıtlama çabası içine girerler. Buradaki en büyük sorun ise kişilerin kendileriyle ilgili sahip oldukları bu fikirlerin genellikle kendilerini tanımlamayan, yanlış fikirler olması. Örneğin, aile içinde en gürültücü kişi olduğunu düşünen biri, bulunduğu ortamlarda sürekli etraftakileri eğlendirme ve ilgi odağı olma ihtiyacı duyabilir. Ya da tam tersi davranışlar sergileyerek, başkalarını rahatsız etme korkusuyla sürekli kendini susturmak isteyebilir. Oysa bu davranış modellerinin her ikisi de, kişinin gerçek kimliğini yansıtmadığı gibi onun yararına hiçbir şey de sunmuyor.
Düşünün ki geçmişte duygusal ilişkilerinde sürekli başarısız olmuş bir kişi, bu döngüyü kırmak istiyor ve romantik, sevgi dolu bir ilişki kurmak istiyor. Ancak bu isteğine rağmen ona gerçekten ilgi gösteren, esprilerine gülen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanan kişilerden uzaklaşıyor. Kendini yine onu sevmeyen, ilgisiz davranan, bencillik eden kişilerin peşinden koşar halde buluyor. Ona kendisini “sevgisiz” hissettiren kişilerin arkasından gidiyor. Bu anlaşılması zor kişilerle ilgilenerek, aslında eski kimliğinin aksini yapmaya çalışırken yine eski kimliğini pekiştiriyor. Bunun sebebi, daha küçücükken kendisini istenmeyen insan olarak hissettiği şeklindeki negatif duygulara tutunup kalmanın, kendini değiştirmekten daha “konforlu” bir alan olmasından kaynaklanıyor.
Kendimizi görme ve algılama biçimimiz, aslında daha çok ailemizin bizi nasıl gördüğü, bize kendimizi nasıl hissettirdiği, bize hangi rolleri biçtikleriyle ilgili. Bunu kabul etmek, kendimizi mağdur veya güçsüz hissetmek anlamına gelmiyor. Aksine, bu bir güçlenme ve farkını hissetme anlamına geliyor. Eski ilişkilerimizin ve eski kimliklerimizin, aslında bizim gerçek kimliklerimizle belki de hiçbir ilgisi olmadığını kabul ettiğimizde, kendimize geçmişin duvarlarını yıkmak için izin vermiş oluyoruz ve kişiliğimizi daha gerçekçi bir gözle algılama şansı tanıyoruz. Geçmişten, çocukluktan gelen ve içselleştirdiğimiz bu unsurlara karşı sevgi duyuyor olabiliriz. Ancak artık yetişkin olduğumuza göre kendi seçimlerimizi yapmalı ve geçmişten gelen tanımlamalara bağlı kalmamalıyız.
Kaynaklar:
Psychology Today
Tiny Buddha