Dünyaya gelirken ardından seslenmiş;
“Ey ışık parçam, bu yolculukta ne olursa olsun kalbinin elini hiç bırakma! Ne olursa olsun onu kimselere emanet etme! O ki, hem benim elimdir hem de kendi kendinin toprağıdır. Onsuz kök salamazsın, onsuz var olamazsın. Seni bu yolculuğa gönderirken, hazineni de gönlüne koydum. Har vurup harman savurma, değersizleştirip ayaklar altına alma, nefsine kapılıp üç paraya satma… senin varlığını parlatacak tek ışık odur!”
“Peki” demiş insan, “asla bırakmayacağım!”
“Elbette bırakacaksın” demiş büyük ruh, “Elbette bırakacaksın. Bu kadar kesin olsaydı bırakmayacağın, bu dünyaya gitmene gerek kalmazdı! Bunu deneyimlemeye ihtiyaç duymazdın. Ama bil ki, her zaman hatırlamaya, bıraksan bile tekrar bulup elinden tutmaya gücün var. O güç de senin tamlık hissindir. Onun elinden tutmadan asla tam hissedemeyeceksin. O tamlığa duyduğun açlığın peşinden git! Sen gitmesen de tamlığa duyduğun açlık senin peşini asla bırakmayacak. Onu da başına rehber verdim…”
Korkmuş insan, kendine sıkı sıkı sarılmış o korku ile. Ama yine de yapabileceğine inanmış! Sözüne tutunmuş!
Çoktan unuttuk, en çok da hata yapabilir olduğumuzu, hata yapa yapa kendi yolumuzu bulabileceğimizi ve bunun en doğal şey olduğunu. Doğal olmayı unuttuk, bunun ne demek olduğunu. Doğal olduğunu düşündüğümüz insanlara benzetmeye kalktık kendimizi, sanki doğallığın kesin bir tanımı varmış gibi. Sanki herkes aynıymış gibi.
Kendimizin herkesten farklı, herkesin de bizden farklı olduğunu unuttuk! Normlar içerisine sıkıştırılmayı, budanıp kolsuz bacaksız kalmayı güvenli gördük. Sessiz sedasız görünüp içimizden konuşmayı, duygularımızı kimselere çaktırmadan yerin binbir kat altına gömmeyi…
Zarafeti unutup, açık etmedik fikrimizi. Tam da o anda yaptık zaten en büyük kabalığımızı, ayıbımızı.
Neyin gerçek, neyin oyun olduğunu, neyin bize ait, neyin dışarıdan satın alınmış olduğunu unuttuk.
Unuttuk gitti…
Öyle bir unuttuk ki hem de, oradan oraya savrulup durduk. Ne bir ip tuttu ayağımızdan, ne de bir bilen.
Gün geldi, yerden yere vurduğumuz çaresizlik, yakaladı bizi ensemizden. Sıkıştırıp bir köşeye tüm gardımız yerlerde paralanmışken elindeki aynayı tutuverdi yüzümüze!
Sen ve sana bakan sen baş başa!
Suçlayacak kimse yok, kaçacak delik yok, saklayacak bir düşünce yok! Sen ne düşünürsen aynadaki sen de aynı anda duyuyor aklının içini. Kıpırdasan kıpırdıyor, bağırsan bağırıyor, kaçsan kaçıyor, baksan bakıyor; aynı yaşam gibi…
Şimdi debelenmeyi bırakıp bir an durup bakar mısın gözlerinin içine?
Bir an sadece, bak ve söyle “Sakin ol, benim.”
Sakin ol, buradayım.
Her zaman olduğum gibi! Dur, çırpınma!
Utanma! Korkma!
Benim.
Kendine kendini hatırlatır mısın? Hani o dünyaya gelmeden önce tutunduğun sözünü? Yanında getirdiğin hazineni hatırlar mısın?
Peşinden deli gibi seni takip eden “Ne yaparsam yapayım olmuyor” hissinden kaçmayı bırakır mısın? O hissin senin “rehberin” olduğunu hatırlar mısın?
İçindeki dolmayan boşluğun, senin hayrına olduğunu, yürüdüğün yanlış yolların dedektörü olduğunu anlar mısın?
Kendi yüreğinin yolundan gidersen o hissin de peşini bırakacağını, artık görevinin sonlacağını “anlar” mısın?
Şimdi gözlerinin içine bakıp cesaretle, sadece kendin için, kendi hissinin aşkına adım atar mısın?
Sadece kendi gönlünün sözlerini seslendirir misin?
Tekrar etmeyi bırakıp bu tekrar zincirinden dışarı çıkar mısın?
Hatırlar mısın?
Yaptığın her şey senin içindi. Olan ve olmayanlar…
Sen gör, öğren ve devam et diye. O kadar!
Hatırlar mısın; bırakmayacağın tek ve yegane elin kalbinin eli olduğunu?
İlginizi çekebilir: Sizi engelleyen inançları fark edin: Kurtarıcı dışarıda değil, içinizde