Kendini tam olarak “anlatabilmek” mümkün mü?
“Kusur arıyorsan, tüm aynalar senin.”
-Mevlana Celaleddin Rumi
Hepimiz şöyle geçirmişizdir içimizden “beni anlamıyorlar” veya “neden kimse beni anlamıyor” veya “yine anlatmak istediğimi anlatamadım”… Peki bunun sebebi nedir, anlatan kişi “ben” her şeyin özünü bilirken, anlayan kişi yani dinleyici olan “sen” neden anlayamayan taraf olursun? Veya “ben” her şeyi layığı ile ifade edebilirken “sen” neden anlamamakta “ısrar eden” taraf olursun?
İşte bu sorularımızda bile bir detay gizlidir. Şimdi birer birer bu “iletişim kopukluğu” dediğimiz durumların detayına ineceğiz, yani doğrusu veya yanlışı olmayan bu akışta tam olarak hangi bölgeleri belki biraz daha köprüler ile doldurmamız belki “düzlük” gördüğümüz yerlerin yanına gerçekten “düzlük” diye bir tabela asmamız gerektiğine bakacağız…
Öncelikle kimdir karşımızdaki; kendimizi ifade ettiğimiz annemiz veya babamız mı -yani bizden belki 20 yıl daha fazla hayat tecrübesine sahip bir orta yaş grubu mu- veya bu kişi yakın bir arkadaş mı -tahminen aynı veya yakın yaş grubundayız- veya bu kişi sevgilimiz mi -durumun içine duygu, his, tarafısızlığın yani nesnelliğin bozulması gibi değişkenler girecektir- veya iş yerinde müdürümüz mü -ego, kişinin kendine inancı, yaş, otorite figürüne düşkünlüğü gibi değişkenler düşünülmelidir- ? İşte bu yüzden “kendimizi nasıl ifade edeceğimizi” şekillendirecek olan ilk değişken “kim” değişkenidir. Buna göre bizim her neyi anlatacak isek veya önemli bir konuda “duygularımızın,” yani kendimizin, “ben”in tam olarak anlaşılmasını istiyorsak bunu göz önünde bulundurarak başlamamız gerekiyor.
Örneğin siz babanıza gidip, bir kız arkadaşınıza anlatacağınız detayda veya duyguda paylaşımda bulunacak olursanız, mutlaka “baba” olmanın verdiği korumacılık, ebeveyn olma içgüdüsü ve “sen benim kızımsın” yaklaşımı ile sorguladığınız bölümlerde, kişisel fikrini belirtirken tarafsız bakış açısı paylaşamayabilir veya sizi eleştirmesi gereken yerde bir arkadaşın tarafsızlığını gösteremeyebilir. Aynı şekilde babanızla olan bir sorunu ona anlatırken, sadece ve sadece kendi ne hissettiğinize odaklanarak samimi bir ifade kullanacak olursanız, sizi can-ı gönülden anlayacaktır ki (uzun yaşam tecrübesi) tamamıyla samimisinizdir, ona karşı dürüst duruşunuz ile içten gelerek duygunuzu paylaşmaktasınızdır…
Kim olduğunu geçtik peki kendimizi nasıl tam anlamıyla ifade edebiliriz? Bu bölüm oldukça önemli bir bölüm, tam bir yol haritamız olamayacaktır çünkü konu özelinde de değişebilir ama her durumda olmazsa olmaz diyebileceğimiz bazı etkenler vardır:
- Samimiyet: Samimiyet hayatımızdaki en önemli unsurdur aslında, her ne yapıyorsak ruhumuzu katabilmek yeteneğimizdir de. Bu yüzden herhangi bir durumda anlaşılmadığınızı düşünüyorsanız, birşey konusunda üzülüyor, kırılıyor veya rahatsızsanız samimiyetle, karşımdaki benim zayıf yönümü görür ve bunu kullanır diye düşünmeden ve en önemlisi o muhteşem egonuzdan da arınarak kendinizi ifade edin. Sadece samimiyetinizi korumaya devam edin. Evet, anlaşılamayabilirsiniz, fakat bu yine karşınızdaki kişinin özgür iradesidir ve sizin etki edemeyeceğiniz bir bölümdür.
- Empati: Empati günümüzde oldukça fazla sözünü ettiğimiz fakat gözlemlerimden sadece “sözde” kaldığını düşündüğüm bir kavram… Empati aslında ne yaşatıyorsanız yerine kendinizi koysaydınız nasıl olurdu sorusuna vereceğiniz yanıt… Bu yüzden söyleyeceğiniz her sözün altın değerinde olduğunu bir kez daha fark etmeniz gerekir. Eleştiri yapıyor olabilirsiniz, karşınızdakinin hoşuna gitmeyecek bir gerçek açıklıyor olabilirsiniz veya zorlu bir durumu yaşamak zorunda kalabilirsiniz örneğin kız veya erkek arkadaşınızdan veya eşinizden ayrılmak, başka bir kişi ile ilişkide olduğunuzu veya hoşlandığınızı ifade etmek gibi. Evet, her ne olursa olsun sonucunda kırılacaktır fakat bunu “ifade etme şekliniz” yine de önemlidir. Bu noktada karşınızdaki kişi siz ona saygınızı, içtenliğinizi ve değer verdiğinizi gösterebildiğiniz her durumda ve neyi paylaşıyorsanız kendinizi aynı durumda bulsaydınız ne olurduyu düşündüğünüzü bildiğinde iletişiminiz çok daha akıcı ve arkadaşça olacaktır.
- Ne istediğinizi bilmek: Bazen bir konuşmaya başlarız ve sonunda aslında istediğimiz şey hakkında hiç konuşmadığımızı fark ederiz. Bu akışta ifade edeceğimiz şeyleri planlamamız ve konuşmayı bu şekilde yönlendirmemiz ile gerçekleşebilir. Bizler karşımızdaki kişinin tepkilerine göre varmak istediğimiz noktayı unutacak olursak, “anlaşılmayı da” beklemememiz gerekir. Çünkü aslında “kendimizi” gerçekten ifade etmiyor, bunu yapmaya çalışırken diğer kişinin isteklerine odaklanıyoruzdur. Bu yüzden, herhangi bir iletişime girdiğinizde akışı yönetmek ve her ne olursa olsun gideceğiniz yönde yol almak da iletişimin bir parçası olmalıdır.
- Dinlemeyi bilmek, “dinleyebilmek”: Bizler “susmayı’’ ve “dinlemeyi” bir konuşma esnasında “kendimizi ifade edemediğimiz bölüm” olarak yorumlarız. Fakat aslında bizler dinliyorken de aktif olarak konuşmanın içerisine dahil oluruz. Bu bölüm karşımızdaki kişinin bizi ne kadar anlayabildiğini gerçekten ne kadar dikkatle dinlediğini ve var ise paylaştığımız şeyler hakkında soru sorarak düşüncelerini daha da netleştirebildiği bölümdür aslında. Bu yüzden dinlemek de konuşmak kadar önemlidir, kendimizi ifade etmek sürecimizde.
- Anlattıklarımız ve ifade edebildiklerimiz ancak karşımızdaki kişinin “algılayabileceği” sınırlarla çizilmiştir: Bu kişinin hangi tecrübelerden geçtiği, yaşamında neyin öncelikli olduğu, hangi konular ile ilgilendiği veya hangi ülkede doğduğundan bile etkilenebileceği bir gerçektir. Bizler bir konuda iletişim kurarken, üzüntümüzü, huzurumuzu, sevincimizi, aşkımızı ve belki de sevgimizi bile ifade ederken karşımızdakinin de aynı “derinlikte”, aynı şekilde, aynı doğrulukta, aynı basitlikte, aynı güçte, aynı detayda algılayacağına inanıveririz. Bu “kendi eksenimizde” düşünmek durumumuzdan kaynaklanır. Oysa sözlerimizi söyleriz ve onlar “farklı” bir boyuta girerler bu boyut bizlerin asla bilemeyeceğimiz diğer kişinin “algı” dünyasıdır. Örneğin biz bir üzüntüyü paylaştığımızda karşımızdaki kişi aynı tecrübeyi hiç yaşamamışsa evet anlayabilir fakat kendi de benzer bir tecrübe yaşamış ve aynı konuda mağdur olmuşsa tepkisi, anlayışı, yönlendirmesi ve gerçekten “anlama” kapasitesi çok daha derin olacaktır…
Burada ifade edemediğimiz daha birçok değişkenden dolayı bizlerin o çokça kullandığımız “kimse beni anlamıyor mu?” sorusu aslında pek de sormaya hakkımız olan bir soru değildir, çünkü gerçekten bir insanın”’anlaşılabilmesi” kompleks bir akıştır. Bu akışta “anlayan” (aslında “anlayamayan” olarak genel olarak suçlanan taraf) kadar “anlatan” da aktif olarak rol alır…
Ve işte hayat hayattır, yani bizlerin birer kullanma kılavuzumuz yoktur. Dünyayı suçlamadan önce kendimizi nasıl ifade ettiğimiz, etmeye çalıştığımız veya gerçekten “etmeyi isteyip istemediğimize” yakından bakmamız gerekir…