“Hayatta en büyük başarısızlığın nedir?” diye sorsanız… Cevabım tereddütsüz insan biriktirememiş olmak derdim. Dönüp geçen yıllarıma bakıyorum da en sahici arkadaşım dediğim insandan bile bir şekilde acı dersler edinmiş, bir şekilde ilişkinin dışına terk edilmiş bir özgeçmiş görüyorum. Üzülüyorum haliyle. Zamandan, mekandan bağımsız, ilmek ilmek örmeye gayret ettiğim arkadaşlıklarıma istemeden hep veda etmek zorunda bırakılmışım.
Yeterince dinlenemediğim, yeterince anlaşılamadığım için ya da o zaman için işlerine yaradığım ve artık son kullanma tarihimin geçmesi sebebiyle bir şekilde son verilmiş varlığıma. Bazılarında kalabilmek için çok da uğraştım hani… Ama kimisi var ki sebebini bile sormadım. Zira dostluk demek sorgusuz, sualsiz sevgi ile kucaklanmak demek değil miydi?
Demek ki değildi! Belki de dönüp yüklediğim anlamlara bakmam, kendimi de eleştirmem gerekiyordu. Eleştirdim! En büyük eleştirim de birçok zaman kendi içimdeki yaraları görmezden gelerek yanlarında olmaya çalışmamla ilgiliydi. Bunu yapmasam, kendimi yok saymasam hani, belki de fark edilecektim.
Kendimi önceliklendirmeye en ufacık bir yeltenmemde ise hemen oracıkta kaşları çatık, “Yerini bil!” bakışları ile haddim bildirildi. Bu aralar arkadaşlıktan dem vuruyorum, değil mi? Yaralar en çok da onları yakından bilenler tarafından kanatılıyormuş, bunu bir kere daha tecrübe ettim.
Öğreti denen şey de bu değil mi? Dersleri alıp, sonuçları çıkarana kadar devam ediyor başımıza gelmeye… Ama sürpriz! Artık başıma gelmeyeceğini -en azından bu kadar ağır olmadan- müjdeleyebilirim en heyecanlısından. Neden mi? Bunca yaşanmışlığından sonunda artık fark ediyorum ki doğru denklemde kuramadığım her ilişki benim zehrim oldu. Aşağı çekti beni. Peki ne mi yapıyorum?
Zamanımı, kalbimi, içimdeki tüm güzelliği sadece hak edene veriyorum. Yeri geliyor yalnızlığımla dost oluyor, kendimle sosyalleşiyorum ama sahip olduğum saltanatı kimselere vermiyorum. Bazen uzun, upuzun yürüyüşlere çıkıyorum kendimle baş başa. Dinliyorum kalbimin derinlerindeki eşsiz müziği…
Kendime karşı dürüst oluyorum en önce… Aynaya bakınca ilk ona selam veriyorum en derinlerine bakarak gözlerimin. İnanmadığım, bana iyi gelmeyen hiçbir cümleyi kimseye sarf etmiyorum. İnsan en önce kendine karşı dürüst olmalı çünkü… Ben kendimi bilmezsem nasıl ifade edeceğim ki bir başkasına?
Ama artık anlatmaya da çalışmıyorum kimseciklere… Tanımak isteyen tanır, mesai harcamak isteyen harcar. Kendimi ve hayatımı değerli görüyorum ve bu değeri sadece hak edenlerle paylaşmak istiyorum. Çok mu sert geldi bu üslubum sizlere?
Bazen insan en beklemediği yerlerden sınavlar verince sanırım daha bir dik duruyor hayata karşı. O zaman da daha eyvallahsız, daha cesur yaşıyor hayatını. Cümlelerini de hoyratça savuruyor, fark ediyorum. Bununla da gurur duyuyorum, ne yalan söyleyeyim…
Hayatım kimseden ilgi dilenmeden, merhamet beklemeden hep kendi valizini kendi taşıyan bir Pınar olarak geçti. Yeri geldi kendi yaramı kendim sardım, yeri geldi başkasına merhem oldum. Yeri geldi şen kahkahalarımla eşlik ettiğim kutlamalarda, kendi sığınağıma dönüp göz yaşlarımla yıkadım kalbimin tozlarını. “Varsın olsun” dedim. Ben buyum! Köşeli hallerimle, insanlara fayda sağlamak için içimde yanan mumumu kimsenin söndürmesine izin vermeden yaşamaya gayret etmeye devam edeceğim. Düşsem de ayağa kalkmak için içimdeki güce tutunacağım. Bana uzanan yardım ellerini de hiçe saymadan elbette…
Peki ya siz en son kimin elini tuttunuz? Kimin yarasına merhem oldunuz içinizde kanayan yaraya elinizi bastırarak?
İlginizi çekebilir: İyi gün dostluğu mu daha kıymetli, kötü gün dostluğu mu?