Kendimizi yeniden yaratmak mümkün: Bir heykeltıraş gibi kendimizi yontarak şekil verebiliriz
Kendi kendini yontan bir mermersin sen. Kendinin en güçlü bölgesini, en zayıf yönlerini bilen…
Keskini, çekicini öyle bir ustalıkla kullanmalısın ki, blok mermer halinin bütünlüğünü bozmadan, en az zaiyat ile doğal esansını ortaya çıkarmalısın.
Tam mermerinin damarları üzerine vurursan çekicini ve keskini, boydan boya yarılıp, acının yarattığı su yollarından kırılıp paramparça yerlere dağılırsın. Ama keskinin yönü, acının paralelinde değilde onu kesen bir açı ile olursa kırılıp dökülmeden şekillendirirsin kendini. Acıya ortak gitme, onunla aynı yolda yürüme! O vakit, aşınıp zayıflayan hallerin içinde volta atan mahkum olursun. Üzerinden, sanki bir köprüden karşıya geçecekmiş gibi al yönünü…
Heykeltıraşın ustalığı, mermerin tüm su yollarını keşfedip, keskiyi nereye vuracağını bilmesindedir.
Böylelikle tuz buz etmez tüm varlığını. Yaraları, acılarının yarattığı izler, eserinin benzersiz desenlerini oluşturur. Ne eşi bulunur, ne benzeri. Ne tekrarı olur, ne taklidi…
Kendi izlerini cesurca taşımaktır kendini yaratmak, kendini kendinden yontmak. Utanmadan, saklanmadan, cesurca! Seni besleyen, oluşturan kendini görmeni sağlayan yaralara, acılara saygı duyup öğrettiklerinin idrakinde kalabilmek, onları cesurca göğsünde taşıyacak gücü de verir sana. Kendini kabullenmek, yaşam yolunda ayağına takılan taşlara da şükürden geçer.
Kocaman bir yanılsamayı kırmaya çalışıyoruz hep beraber. Canımızı yakan her şey kötü değildir. Ya da kötü diye bir şey yoktur bütünde. Zıttıyla bir var olan gerçekliğimizin içinde, aksi namümkün. E o zaman, boşuna debelenmek değil midir iyi-kötü ayrımcılığı?
Kendini tanımak için ayrıştırıp, sonra olduğu hali ile bütünleyebilir misin?
Çünkü buna niyet edersen, ayıklamak olmaz yapacağın “dengeli” kullanmak olur. Sana hizmet eden şekilde var etmek olur gölgelerini, karanlık diye yaftaladığın hallerini. Ayrıştırmak ise tek tek, göz göze tanışmak, hakkını devretmek olur.
Bir heykeltıraşın ustalığında, spontanlığında ve teslimiyetinde olmalı insan. Önünde sürekli değişen, dönüşen eseri onu nereye götürürse oraya gidecek cesarette, onunla birlikte şekillenecek teslimiyette.. Ancak o zaman, kendi esansının yansımalarıyla göz göze bakabilir insan. Acıysa acı, kırılmaysa kırılma, aşksa alası… Özü ona nasıl bir malzeme verdiyse o! O kadar…
O malzemenin içinde katman katman dolaşmalı, hemhal olmalı.
Kendini kendinden, kendi gibi çıkarmalı. Eşsiz ve tek.
Bu romantik bir hayal değil, bu çok gerçek bir hal. Ağzına kadar tıka basa yaşamla dolu bir hal…
Bir parfümün alt notalarını duyumsamak gibi, leziz bir baharatın dilinin her yerinde başka bir tat bırakması gibi. Hem hafif, hem dolu, hem de benzersiz.
Ve bizler, ancak tüm parçalarımızı tanıyıp kabul edince, kullanmayı öğrendikçe, öğrenmeye devam ettikçe “iyi insan” olma yolunda ilerleriz. Öze ulaşmak, kendi iyiliğimize de ulaşmaktır. İyi insanlığımıza. İyi insan bir sonraki adım için çabalayandır. Bu doğuştan gelen bir yetenek değil, oldurduğumuz, oluşturduğumuz, yonta yonta kendimizden çıkardığımız elmasımızdır.
Bu sefer, elmasımıza ulaşınca, heykeltıraştan, bir değerli taş kesim ustasına dönüşürüz. Onu öyle bir keseriz ki, bütün renkleri süzsün ve tek bir ışığı binbir renge ayrıştırıp yansıtsın. Şeffaflığı ile, tekliği ve doğallığının verdiği mükemmellik ile parlasın, parlatsın!
Aşk olsun!
Yaşam olsun!
İlginizi çekebilir: Matruşka açılımı: Daha derinlere inersek neyle karşılaşırız?