Kendimize yarattığımız konfor alanları aslında kolaya kaçmak mı?
Sabitlik ihtiyacı ile birbirimizi ve kendimizi nasıl da kısıtlıyoruz. Bugün bir danışanımla konuşurken beklentilerimizin, pozitif veya negatif yönde alışageldiğimiz paternlerimizden geldiğinden bahsettik. O kadar alışıyoruz ki aynı şekilde davranmaya ve hissetmeye, farkına bile varmıyoruz altında yatan duygunun, bizi o davranışa sürükleyen halin ne olduğunun. Ne yaparsak yapalım tekrarlayan durumlar yaratıp içinde sıkıntıyla kalakalıyoruz. Farkında olmadığımız gizli ajandalarımız bizi bu tekrarda kalmamız için sürekli olarak motive edip yönetiyor.
Sabitlik, sürekli tekrar hali de elbette bir konfor alanı yaratıyor. Alışılmış olan, bilinmeyenden her zaman daha kolay gelir insanoğluna.
Hatta genlerimize işlemiş bir sözümüz bile var, gelen gideni aratır diye.
Yeni olanın riskini almaktansa, elimizdekinin kahrını çekmeyi yeğleriz. Buna da tatlı bahaneler buluruz; bağlılık, vicdan, sebat, can çıkar huy çıkmaz vs.
Oysa sadece korkağızdır, basitçe. Ve bu da çok doğaldır. Kendi korkaklığımızın boyutları o kadar büyüktür ki, aslına bakarsanız yürüyen kocaman korku kuklaları gibi dolaşırız.
İçindekini söylemekten korkan, bir adım daha atıp varlığını göstermekten korkan, sevmekten ve sevilmekten korkan, başarısızlıktan korkan, ölmekten korkan, korktuğunu görmekten korkan… Ve daha binlerce belki.
Korku halinin yarattığı hipnoz ile dünyayı karşımıza alıp, kendimize kabuklar örmeye başlıyor ve böylelikle koruma kalkanlarımızı kaldırıp kendi küçük hapishanemizde sürekli defans içerisinde yaşıyoruz.
Bize yaklaşan her durumu ve kişiyi de tehdit olarak görüp, ince ince yargılayıp etiketledikten sonra bir kalıba oturtup sabitliyoruz.
İşin komik tarafı, karşımızdakini sabitle dediğimiz anda aslında kendimizi de aynı yerde bir noktaya sabitliyoruz. Eşimiz, sevgilimiz bizsiz sokağa çıkmasın diye, kendimizin de onsuz sokağa çıkmaması gibi.
Bu kısıtlama, durumlarda belirgin olarak görünür olsa da en çok mental ve kimlikler arasında gezinen hallerimiz de vardır. Kendimizden ve karşımızdakinden sürekli bir kimlik içinde kalmasını bekleriz. “Bir anneye yakışır hareket etmelisin!” Bir anne nasıl işe gider, nasıl sevişir, nasıl sosyalleşir, nasıl giyinir gibi…
Oysa çocuk doğurmuş olmak, bir de anne kimliği almış olmak, diğer tüm kimlikleri silip atmaz.
Güçlü olan ve bir şekilde gizli ajandalarımızla beslenen kimliğimizin ardına saklanıp, onun yaşamımızın her yerine nüfuz etmesine izin veriyor ve kendimizi o kimliğin, o duygu durumunun içine hapsediyoruz. Bunu kendimize yaparken, karşımızdakilerden de aynı şeyi bekliyoruz.
Bir anneye nasıl davranılır ise sadece öyle davranılsın istiyor ve bunun için zemin hazırlıyoruz.
Bu durumda ilişkiler kısırlaştığı gibi, taraflarda öz güven kaybı da oluşuveriyor. Kendisini sadece tek bir platformda ifade etmeye alışmış olan, başka bir yerde ve durumda beslediği kimlik içinde olmayınca çıplak, savunmasız ve güçsüz hisseder. Dolayısıyla, kendi ortamına döner dönmez, güçlü olduğu tarafın ajandalarını daha büyük bir endişenin yarattığı azimle beslemeye başlar.
Garip bir kısır döngü hikayesidir bu. Bu kısırlık, hem kişinin kendisini, hem de karşısındakini bir nevi hadım eder. Beklentilerimiz, durumlar için belirlediğimiz tavır ve davranışlar bizi kısıtlar. Kısıtladığı şey yalnızca bizler ve karşımızdakiler değil, yaşamın sunduklarıdır.
Beklenti ve isteklerimiz korku bazlı tohumlardan çıkıyor ise özellikle, oluşmasını istediğimiz durumlar için çok daha ihtiraslı davranıp daha da körleşebiliyoruz.
Eğer becerebilirsek beklentisiz olabilmeyi, gizli ajandalarımızın neler olduğunu ve nasıl çalıştığını görebilmeyi, yaşamın bize sunduğu sonsuz olasılıkları da görebilir hale geliriz.
Ayni şekilde, yıllardır tanıdığımız eşimiz, dostumuz, sevgilimiz, karşımızdakini bir kimliğe sıkıştırmayıp, şekilden şekle, durumdan duruma akmasına izin verir ve biz de bunu kendimiz için yapabilirsek, sonsuz ilişkiler kurmaya başlarız. Hem kendimizle hem de karşımızdakiyle.
Bir anne, aynı anda bir bebek, bir erkek, bir ergen, bir iş kadını olabilir ve karşısındaki de onun bu rolleri içinde ustaca devinmesine, kendi rolleri arasında gezinerek izin verir. Bir dans gibi, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye, sürekli salınan dairesel hareketler içinde.
Ancak bu şekilde, kendi sonsuzluğunu ve tamamlanmış olmanın doyumunu yasayabilir insan. Kendine ve dolayısı ile diğerlerine, yaşama, her an değişimi için izin vererek…
Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Evrenin adil olması: Kendi otantikliğini ona sunmayı ihmal etme