İnsanın arızalı olduğu nokta, sürekli mutlu olma arayışında olmasıdır derler. Sürekli gelecek kaygısıyla bir mutluluk inşasına başlarız. Mutluluk arayışının bir hedef haline gelmesi ise dilin kullanılma biçimi ile oldukça alakalı aslında.
İçinde bulunduğumuz topluma göre şekillenmeye başladığımızda da dile yerleşen söylemler şekillenmeye başlar. Büyüdüğümüz ailenin dili kullanma şekli bir anda bizimmiş gibi olur. Ve üzerimize giydirilmiş bir kimliği öz kabul etmeye başlar ve inşa işine bu noktadan gireriz. İnşa devam ederken dilin ve toplumsal inanışlarımızın şekillendirdiği verilerle, bu sefer sosyal çevremiz şekillenmeye başlar. Arkadaş, eş seçimlerimiz, iş seçimimiz hatta sosyal medyada takip ettiğimiz hesapların içeriği ve kişiler dahil, bu giydirilmiş kimliği tatmin edecek şekilde güncellenmeye devam eder. Kendi fikrimizi olumlayan insanlarla görüşüyor, bizi onaylamayanları kapı dışında bırakıyor oluruz. Üstelik tüm bunların yanında, iş hayatında yaptığımız tercihlerde huzur ve mutluluk arayışından önce mevkinin toplumsal statüsü, yükselme telaşı ve maddi yeterlikler olmaya başlar. Sosyal medyada bile inanılmaz sarsıcı filtrelerle bizden uzak olanı reddederiz.
Peki ya tam zıddıyla bir arada kalabilme tahammülsüzü yaratan bir düzende, zıddını gözlemlemek ve olan bitene şefkatle yaklaşabilmeyi denemeyi hiç düşündük mü? İnsanın doğası gereği diye tanımladığımız durumlardan biri de bu noktada devreye giriyor diyebilirim. Doğamız gereği kronik olarak kaygılıyız ve kaygıyı nesnesi olmayan bir durum olarak tarif edebiliriz. Bize giydirilmiş bir kimlik ve kaygıyla ise yanlış diye tanımladığınız kararlar almaktan hep uzak dururuz. Kimliğimizi tehlikeye atacak her türlü girişimi ise şiddetle reddederiz. Beynin çalışma şekline baktığımızda ise hızlı ve pratik karar almaya elverişli hali bunu destekler. Ani kararlar her zaman daha ilkeldir ve dolayısıyla çabasız ilerler. Halbuki bir olayın zıddıyla kalabilme ve çabasız gözlemleme hali, beynin dalgalarını yavaşlatmak, beyin için düşünmeyi yavaşlatmaktır. Bu hal ise yüksek enerji gerektirir, şekillenmiş beynin ise bunu sevmediği söyleyebiliriz. O halde tüm bu yaratımın bir illüzyon olarak tanımlarsak özümüzde biz kimiz? Sartre, insanın doğuştan gelen bir özü olmadığını, insanın onu yavaş yavaş yarattığını söyler. O halde tüm bu yarattıklarımızn kendi irademizle gerçekleşmediğini fark ettiğimizde ne olur?
Modern yaşamda tüm bu soruların tam karşısında duran, bir kapıyı aralayan pratik meditatif gözlem aslında. Her ne kadar dinsel ya da ritüel bir pratik olarak algılanması yaygın olsa da meditatif gözlem tam da zıddınla şefkatle kalabilme hali olarak özetlenebilir.
Karşılaştığın kimliğine giydirilmiş o ekleri sevmek ya da sevmemekten öte, varlığı her nasılsa, yargısızca onunla kalabilmeye tahammül edebilmek, bu farkındalığı şefkatle karşılayabilmek için de meditasyona oturuyoruz. Sessiz ve farkındalıkla kalabildiğimiz anların azlığına bakacak olursak, günlük 5-10 dakikalık bir farkındalığa kendinizi davet etmeniz kendinize doğru çıkacağınız yolculuğun ilk adımı olabilir. Yol engebeli, rahatsız edici olabilir ama tamamen size aittir. Kimsenin üstünde hüküm süremediği, tek başınıza tüm farkındalık ve sorumlulukla yürüdüğünüz bir yoldur meditasyon pratiği. O noktada ise kendini hırpalamadan tamamen gözlemci kalmayı başarabilmektir. Yaygın olarak bilinen, zihni susturma eyleminden öte, zihnin o tüm dalgalanmalarına yargısızca bir adım öteden bakabilmek ve gözlemlemektir. Olan biteni yargılamak, üzerine düşünmek değildir asıl farkındalığı getiren, ona yargısızca bakabilmektir. Wittgenstein’ın söylemini hatırlarsak, “Dünyanın nasıl olduğu değildir gizemli olan, olmasıdır.”
İlginizi çekebilir: Kendine alan aç: Evde meditasyon köşesi kurma rehberi