Yavaş yavaş koparılıyoruz toprağımızdan, köklerimizin ince çıtırtıları eşliğinde…
Öyle hunharca da değil, sessizce, yavaşça koparılıyoruz. Hatta biz istiyoruz.
“ayırın bizi bu topraklardan” diye haykırıyoruz.
Çünkü özgürlüğü, çünkü gelişimi, köklerinden ve ait olduğun habitattan çıkmak sanıyoruz.
Popüler kültür ile öğrenip kabul ettiğimiz kurallar, hatta önermeler bizlere daha modern, daha yeni geldiği için sorgulamadan hayatımıza geçiriyoruz.
Alışkanlık haline geldikten sonra da satın aldığımız şeyin kölesi oluyoruz. Ürün bize hizmet etmiyor, biz ürüne hizmet ediyoruz. Dolayısıyla ait olduğumuz yerden işçi olarak başka bir düzleme, gerçekliğe taşınıyoruz. Hatrı sayılır tekrarlar sonrasında ise, taşındığımız yeri benimsiyor, koparıldığımız toprakların bize verdiği hissiyatı unutuyoruz. Belki sadece “küçük tanımsız bir boşluk” ile devam ediyoruz.
Ta ki, o boşluk bize kendimizden daha ağır gelinceye kadar.
Duruyoruz.
Donuyoruz.
İsteksizleşiyoruz.
Amaçsızlaşıyoruz.
Ümitsizleşiyoruz.
Ancak yeni topraklarımızda durmak, dinlenmek, bulunduğun yeri, ayaklarının bastığı o küçük alanı kaybetmek demek.
Biraz daha ilerliyoruz, boşluğumuzu, bedenimizi sürükleyerek…
O kadar yoruluyoruz ki, bizi taşıyacak, duracağımız bir toprak arar oluyoruz. Kendi kendimize sağladığımız her türlü olanaktan artık mahrum kaldığımız için kendi toprağımızın ağası iken başka bir toprağın işçisi haline geldiğimiz için dışarıdan, diğerlerinden talep etmeye başlıyoruz. Başka bir yorgunun yanında kendimizi evde hissediyor; buna da aidiyet, aşk vs. diyoruz.
Oysa sadece boşlukların birbirini tanıdığı bir alanda bu sefer de boşluğun işçisi olarak orada kalıyoruz.
Derinden gelen aidiyet ihtiyacı, bu boşluğu daha da büyütme pahasına benzer kuvvetlerin çekiminden duyduğu tanıdıklık hissi ile orada kalmaya devam etmemize sebep oluyor.
Daha büyük boşluklar, daha büyük yorgunluklar içinde, neyi aradığımızı çoktan unutmuş birbirimizin duvarlarına yaslanıyoruz. Hareket ettirmiyor, hareket etmiyoruz yoksa düşeriz..
Aslında sadece razı geliyoruz. Bize öğretildiği gibi elimizdekini, ayağımızın altındakini korumak değil, “kaybetmemek” için razı geliyoruz.
Böylece bir bakliyata tutunmuş güveler gibi kalakalıyoruz oracıkta.
Ya içten içe ölüyoruz ya da kanatlanıp uçuyoruz.
Ama çoğunlukla… Ölüyoruz…
Hatta, uçanların sadece reklamlarını duyuyor, kendilerini görmüyoruz.
Bize imkansız geleni satan bir dünyada korkakça elimizi inanmadığımız ama başka seçenek bırakmayan bir yere doğru uzatıyoruz.
Ben de kanatlanabilir miyim?
Kim bilir…
Umut, toprağından koparılmış insanları yönetmenin en etkin yöntemi. Dünyada yönetim sistemleri bu tacirliğin üzerine kurulmuş durumda.
Dinlerin cennet vaadinden başka ülkelere işçi olarak giden insanların hayallerine, Instagram algoritmasında var olmak için sunulan alternatiflerden, devlet borçlanmalarına, bireysel emeklilik fonlarına her tür sistem, vaat ve umudu tetiklemek üzerinden çalışır.
Aslında olan tek şey, insanın en başında toprağından koparılmasıdır.
Ve en başında söylediğim gibi bunu kendi rızası ile yapmış olmasıdır.
Bu yüzden, ilerlemek için elindeki tek seçenek umudunu körüklemektir. Aksi, irade, sorumluluk ve cesaret gerektirir.
İnandığı ya da inanmadığı şeyler ile aklını devreden çıkararak sürücüsünün kırbacını kendi eline alıp içindeki koparılma acısını yakıt yapıp ilerler…
Bunu bir bağımlılık gibi de açıklayabiliriz. Alkol, uyuşturucu, seks, insan, iş vb. tüm bağımlılıklar aynı sistem ile çalışır.
Toprağından ayrışmış kişiye içindeki boşluğu dolduracak bir vaatte bulunursan, sonrasını o kendi kendine yapar. Yaptıkça boşluğu büyür ve daha çok yapar.
Muhtaç hissetmek, keşfedilmeyi beklemek, onay ihtiyacında olmak, kurtarıcı beklemek bu vaatlerin yarattığı tortu duygulardır.
Artık, sistemi kuranların yapması gereken bir şey kalmaz izlemek dışında…
Sisteme bilinçsizce hizmet budur.
Aidiyet, insanın en temel duygusu. Çünkü insan var olmadan önce bir bütüne aitti. Tanrıya gitmeye gerek yok, doğmadan önce annemizin bedeni içindeydik. Portakal ağacı meyvesinin çekirdeği idi…
Aşağısı nasılsa, yukarısı da öyledir kuralından devam edersek, annemizden koptuysak, tanrıdan da aynı şekilde kopmuşuzdur.
Hayvanları ve insanların ilk çağ gelişimlerini izlersek bir yuvaya, bir kuytuya, birbirlerine sığınarak en savunmasız hareketlerini yaparlar; “uyurlar”.
En güvendikleri alanda bedenlerini bırakırlar.
Yani bir bütünleşme içerisinde…
Buradan seks bağımlılığını çoğalma ihtiyacından değil, geriye dönme, bütünleşme, birleşme, aidiyet arzusundan olduğunu söyleyebiliriz.
Bu temel hareketin sistem içindeki yansıması ise sanal bütünleşmeler sunarak işçiliği sürdürme üzerinedir.
Instagramda abonelikler, takım tutma alışkanlıkları, siyasi partiler hepsi ama hepsi, köklerinden ayrılmış olanların sistemin içinde başka bir gerçekliği aramadan kalması için kurgulanmış “paketli gıdalar” ile doludur.
Hal böyle iken, sistemden çıkma arzusundaki kişinin yapacağı tek şey bağımlılıkları ile ilgili çalışmasıdır.
Eşyalara, kurumlara, topluluklara, maddelere, bedenlere, telefonlara, başarıya, düşüncelere, bilgiye, aileye, inançlara ve aklımıza gelebilecek her şeye dair…
Ancak bağımlılıklarımızdan sıyrıldığımızda, boşluklarımız ile yönetilemez hale gelir ve aidiyeti arama yolculuğumuzda dışarıdan değil kendi içimizden beslenerek kendi varlığımıza kökleniriz.
Teşhis tedavinin yarısı olmasa da gerçek bir noktadan başlangıcıdır.
İlginizi çekebilir: Boşluğun yankısında yitirilmiş karanlıklar