“İsteksizim, kendimi bulamadım, hayat felsefem, kişiliğim, sanki bir kimliğim yok. Evet, ben de yaşıtlarım gibi iş, üniversite istiyorum ama… İşte istemesi iyi olacağı için, yani istemek gerek, herkes istiyor diye… Yoksa kendime dair bir isteğim yok.”
18 yaşındaki bu genç, hayata karşı iştahsızlığını, arzusuzluğunu bu şekilde değerlendiriyor. Ruhsal anlamda konuştuğumuz iştahsızlığının somut anlamda da hayatının bir parçası olduğunu ekliyor ve “Çok iştahsızdım, hala da biraz öyle, yemem için çok baskı yaparlardı, ben de yemezdim” diyor.
Bu genç, aslında arzularının o denli uçlarda ve tehlikeli olduğunu düşünüyordu ki, kendini izole edip, dürtülerini bastırmaya çalışarak arzusuz, tutkusuzmuş gibi kendini kapatıyordu. Winnicott’ın bahsettiği yaratıcılığın temeli olan “canlı olmak, hayatın anlamlı ve gerçek olduğu duygusunu deneyimlemek”, sanki bu genç için pek tanıdık değildi. (Güleç, N. 2013, Psikanaliz Sempozyumu.)
Bu vaka sunumunda olduğu gibi hayata karşı kendimizi isteksiz bulma, sanki bir şey yapmak için bütün enerjimizin çekilmiş olduğunu düşünme, sadece görev ve sorumluluklarımızı yerine getirip akşam köşemize çekilmeyi isteme gibi biraz kabuğumuza dönme hissi, içimizde bir cansızlık ve sıkışmışlık hissi, yaşadığımız hayatın aslında çok kuru olduğunu hissetme, “Aman herkesinki böyle” diye düşünüp ardından boşvermişlik duygusu, hayal kurmaktan vazgeçme ya da kuramama gibi bizi zorlayan duygular yaşayabiliriz.
Hayatımızı böyle sürdürmeye çalıştığımızda giderek artan mutsuzluk duygusu bazen tahammül edemeyeceğimiz bir noktaya gelir ve tüm yaşadıklarımızı sorgulamaya başlarız. Aslında hayatımızın üzerinde düşünmeye başlamak belki de kendimiz için yapabileceğimiz en iyi ilk adım olacaktır. Mesela kendinimize şu soruyu sorabiliriz: “Ben nasıl bir hayat yarattım ki kendime, içinde kendimi cansız hissediyorum?” ya da “Hayatımda özlemini çektiğim, bu hayatı bana daha yaşanabilir kılan nedir?” Bu sorulara vereceğimiz dürüst cevaplar aradığımız kapıları açmaya yarayacak anahtarı bize getirecektir. Elbette bu sorulara ilk verdiğimiz cevaplar örtük bir şekilde olacak, istediğimize tam olarak işaret etmeyecek. Biliyorum ki kolay değil…
Yapmamız gereken hep örtünün altını kaldırıp bakmak. Aslında bu cevapla hangi duygumuza temas etmeye çalışıyoruz onu görebilmek. Örneğin, para eksik diyorsunuz hayatınızda, çok maddesel bir yerden cevap verdiniz diyelim; o halde hemen şu soru ile devam edelim: “Para benim hayatımdaki hangi boşluğun yerini kapatacak?” Güç arzusu, prestijli olma arzusu, hayata daha elit bir noktadan karışmak ya da üst sosyo-ekonomik sınıfa ait olma arzusu… Bunlar gibi yanıtlara göre ilave sorular sorarak gerçek arzunuza ulaşmanız, eksik olanı görmeniz, gerçek “ben”in istekleri ile karşılaşmanız çok daha olasıdır.
Bazen etraftakilerin (aşırı otoriter ya da baskıcı anne, baba gibi) şiddetli arzu sesleri arasında, kendi arzunu, kendi sesini bulmak, diğerlerinden ayırt etmek pek kolay olmaz. Yani ayrışmayı engelleyen bir iç içe geçmişliğin, bireyin kendi arzularının oluşmasını engellemesi ve kişinin ötekilerin gereksinimlerini yansıttığı bir özdeşim nesnesi olmaktan öteye gidemediği durumlarda olduğu gibi…
Böyle durumlarda devamlı başkalarını memnun etme üzerinden devam eder hayatımız ve onları hayal kırıklığına uğratmak ve yanlış yapmak korkusu, karar vermeyi oldukça zor hale getirir bizim için. Onların kararına göre şekillendiririz atacağımız adımları. Sonucunda da kendimiz olmadığımız, sesimizi duyup duyuramadığımız bir hayat süreriz ve bahar gelse de, doğada canlansa da tüm renkler, biz camın ardından yorgun ruhumuzla öylece bakarız, izleriz… Biraz yorgun, biraz isteksiz… Hayata karışacak enerjiyi bulamadan kendimizde… Belki de kendimize ait olmayan bir hayatı yaşamanın bizde bıraktığı yası tutuyordur ruhumuz.
İlginizi çekebilir: Bağımlılıklarımız ne anlatıyor: Bağımlılığın altında yatan nedeni keşfedin