Ötekiden Önceki Ben
“Severim ben seni candan içeri
Yolum vardır bu erkandan içeri
Beni bende demem bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri
Nereye bakar isem dopdolusun
Seni nere koyam benden içeri”
-Yunus Emre
Ötekiyle ilk tanışma
Öteki: Diğeri. Öbürü.
“Bazen içimde bir ses duyuyorum, ayrık, eğreti.. Bir öteki sanki. Sanki olduğum halin tam tersi gibi. Ben ne kadar iyi, çalışkan, merhametli, sevgi doluysam; öteki bir o kadar eleştirel, cezalandırıcı, kinci ve öfkeli. Sanki kendi varlığının benim tarafımdan bastırılmış olmasına kızıyor. İçimdeki öteki sürekli isyanda. Nasıl uzlaşacağımı bilmiyorum onunla. İçimdeki o ayrık tarafı dışlamaya çalıştıkça daha çok yükseliyor sesi. Bu iki kutup, bu içimdeki iyi kötü, güzel çirkin, gündüz gece, aşk nefret, konuşan ve susan ikilisi. Ne yaparım ben seninle!”
Bir öteki ile ilk temas, bir bebeğin doğduğu andan itibaren annesinin iki çift gözüyle karşılaşması ile başlıyor. Bir bebek kendi varlığının sağlamasını adeta annesinin aynalamasında yapar. Psikanaliz çalışmalarının en önemli isimlerinden Lacan ötekiyle kurulan ilk bağı “Ayna Evresi” kuramında şöyle açıklamaktadır; bir bebek aynada kendine baktığında kendi yansımasını annesiyle bir olarak algılar. Bunu takip eden aylarda kendi yansımasını yavaş yavaş annesininden ayırt etmeye başlar. Fakat kendilik imgesinin annesinden ayrılması, kendiliğinin ilk aylarına doğan bir bebek için bir travma niteliğindedir. Bu ayrışma çatışmasını çözümleyebilmesi, bir ötekiyle özdeşleşme süreciyle başlar. Bebek, 6-18 ay arasında kendi beden bütünlüğünü, bir başka yüzde göreceği bir evreye adım atar. Böylelikle kendi varlığını bir öteki üzerinden inşaa etme sürecine girer. Böyle tüm güçlü bir algıdan ayrılan özne, yani bebek, artık hayatı boyunca bir ötekinde birleşme arzu ile kendisini var etmeyi sürdürmeye çalışacaktır. Bir başka psikanalist Mahler ayrılma/ birleşme kuramında, özne ve öteki ile ilgili Lacan’nınkine benzer bir açıklama sunmaktadır. Buna göre doğumunun ikinici ayında bebek, imgesel olarak anneden henüz ayrışmamıştır ve dışsal bütün doyumunu anneyle olan bir olma evresinden sağlamaktadır. Bebeğin bütün hazzı, kendisinin içsel ihtiyaçlarını sağlayan anneyle kurduğu birlikteliktedir. Bu birlikteliği Mahler, “simbiyotik evre” diye tanımlar. Bir başka deyişle, Öznenin-ötekiyle tek bir organizma gibi hareket etmesidir. Tahmin edersiniz ki bu simbiyotik evrede yaşanan doyum bebek için çok önemlidir. Bu bir olma halinde yaşanan ihmal, bebek için kendi tezahürünün aynada eksik kalmasıyla sonuçlanır. Bu evrede eksik kalan ihtiyaçların bebekte yarattığı doyumsuzluk, bebeğin nesne (anne) sürekliliğini ve kendilik bütünlüğünü bozar. Ve ilerleyen yetişkin yıllarında dahi bir öteki ile olan ilişkisinde bir türlü tamamlanamayan bir boşluk hissi yaratır. Mahler’in kuramında bebek 5 ve 9. aylar arasında kendi bedeniyle, annenin bedenini yavaş yavaş ayırt etmeye başlar. Bir öteki olarak annesinin yüzünü fark eder ve araştırmaya başlar. Bir ötekini keşfetmeye başlayan bebek, böylelikle kendi dünyasındaki diğer ötekileri de keşfe açılır. Aynı zamanda simbiyotik ilişkideki annesinin kontrolünde, onun dizinin dibinde olduğunu bilir. Anne (öteki), bebeğin (öznenin) dış dünyadaki keşfine güvenle açılabilmesini sağlayacak sağlam bir limandır. Böylelikle bilinç (özne), her zaman bir ötekine yönelerek kendi kimliğinin parçalarını tamamlar ve kendi sınırlarını aşarak hayal etmeye başlar.
Peki psişik yapının (özne) gelişimi sırasında bir öteki (nesne) ile olan bu ayrışma çözülemez ise neler olabilir?
Kendi kendini ötekileştirmek sınır kişilik
Mahler’e göre bir ötekinin yani nesnelerin dünyasına giren bebek için imgeler siyah ve beyaz gibidir. Anne (öteki) meme verdiği her an “iyi”, vermediği an ise “kötüdür”. Anne her geldiğinde “iyidir” gittiğinde ise “kötüdür”. Fakat giden anne geri geliyorsa, işler yolunda gitmediğinde bebeğini teselli ediyorsa, güleç, destekleyen, ihtiyaçları karşılayan yine aynı anne ise bebeğin düşünsel ve duygusal dünyasında yeni bir öğrenme gelişir. Dünya güvenli bir yerdir; giden geri gelir, ağlansa da gülünebilir, tekrar oyuna dönülebilir. Hayal kırıklığı çözülebilir. Böylelikle artık “iyi” ve “kötü” temsili, öznenin iç dünyasında ayrıklıktan kurtulup, bütünleşir. Dış dünyada yakalanan bu nesne bütünlüğü, bebeğin kendilik temsilinin yapı taşıdır. Gidenin dönüp dönmeyeceği belli değilse, hayal kırıklıkları teselli bulmuyorsa, bu dış dünyadaki belirsizlik bebeğin iç dünyasında kendiliğinin bölünmesine sebep olur. Bebeğin kendi içindeki “iyi” temsili, bir ötekiyle beraber yok olmaya başlar. Artık güvensiz bir dünyada, bebeğin kendilik tasarımı da yok olma tehdidi ile karşı karşıyadır. Bebeğin ruhsal dünyasının eksik, onarılmamış ve doyumsuz kalma durumunda, ilerleyen yıllarda benzer bir tablo ortaya çıkar. Duygusal, düşünsel ve ruhsal dünya gelişemediğinde, yetişkinlikte de iç dünyada ayrık kalan nesneler, bir kimlik bölünmesi ile seyreder. Kişinin, kimliği yarım kalmıştır. Kişi (özne) içinde bitmek bilmeyen bir boşluk hisseder. Kişi kendi içindeki öteki temsili ile barışamamıştır. Artık kendi kendine ötekileşmiş, yabancılaşmıştır.
Öteki- leştirmek: Dışlayıcı, ayrımlaştırıcı, damgalayıcı.
Hayatın ilk yıllarında öteki (öbürü) ile kurulan bu biricik ilişki, daha sonları bir diğerini olumsuz, yargılayıcı, basmakalıp bir şekilde dışlayacak, tehdit olarak görecek bir imgeye nasıl dönüşüyor olabilir?
Bebeğin annesinin yüzünde kendisini görmesi, kendilik deneyiminin provasını yapmasını ve kendilik bilincini oluşturmasını biçimlendirir. Bebek için güven, kendiliğindenlik, oyun, gerçekçi sınırlar gibi ihtiyaçları zamanında ve yeteri kadar karşılanmıyor olması, ileriki yıllarda kişilik bozukluklarının, depresyonun ve kaygının temelini oluşturur. Annenin kendi bağlanma dokusundan bebeğe aktardığı bu temas, bebeğin ihtiyaçları ve istekleriyle eş zamanlı ve ahenk içinde olmazsa bebeğin kendisi ve dış dünya arasındaki gerçekliğinde büyük bir kopukluk yaşanmasına sebep olur. Kendi gerçekliği (özne) ve dış dünya (öteki) gerçekliği arasındaki bu kopukluğa özlem, öfke ve yabancılaşma duyguları eşlik eder. Hayatın ilk yıllarında öteki ile ilişkisinin böylesine güvensiz, tekinsiz ve kopuk olan bir kişinin, oluşturduğu grupların, ailelerin, devletlerin nasıl olacağını düşünelim.
Güvensiz bir dünya algısında, farklılık bir tehdit oluşturur. Aynılık, aynı olma hali bu tehditin bertaraf edilmesi gibidir, böylelikle kişiler kendi mevcudiyeti için çıkarlarını koruyarak hayatı için bir sürekliliğin peşinde koşar. Kişiler gibi devletler de kendi sınırlarını çizerek, bir öteki devletin farklılıklarından kendini koruyarak, kendi grubu için benzer bir ülkü, aynılık yakalamayı hedefler.
Bu büyük organizmanın devamlığı, içindeki mikroorganizmaların farklılıklarının eritilerek tek bir yapıya dönüştürülmesi ile mümkün olacaktır. Bu organizmanın üyelerinin bireysel farklılığı bütünün çıkarlarına ters düşer. Adeta aynada kendi görüntüsüne düşen Narkissos gibi kendilik bencilliği ile bir ötekini, bir başkasını, farklı olanı yok etmeye çalışır. Bu düzen içinde, elbet ötekiler var. Bir ötekiyle güvenli teması kurabilen özneler, ötekinde olan özgünlüğü ve yaratıcılığı fark edebilirler. Bu yüzden farklılığı korumaya çalışırlar. Bu farklılık ve özgünlük düşünsel dünyanın zenginliğini temsil eder. Devletlerin, kültürel yapıların merkezinde, özne ve öteki vardır. Ötekileştirme ise günümüzün önemli sorunları arasındadır. Öyleki tarih, farklılığı korumaya çalışan kişilerin/grupların dışlanması ve şiddete maruz kalması ile doludur. İnsanların birbirlerini ten rengi, etnik köken, inanç, cinsiyet gibi nedenlerle ötekileştirmesi, ayrıştırması bir öteki ile kuralan ilişkinin tekerliği ile dönmeye başlar. Aynılığı korumaya çalışan bu dominant grup, ötekiyle olan kendi ilişki anlayışını bir diğerine empoze etmeye çalışır. Böylelikle sistem ötekini köleleştirir. Hegel bunu, efendi-köle diyalektiğinde çok güzel anlatır.
Felsefeciler ve toplum bilimciler özne ve öteki, ötekinin nasıl algılandığı, bu rolün nasıl canlandırıldığı, ötekinin nasıl tanımlandığı ile ilgili bir sürü önermelerde bulunmuşlardır. Bunlardan bir tanesi Charon, “Rol üstlenme, dünyayı bir başkasının bakış açısıyla hayal etmektir. Nasıl hayal ediyorsak öyle davranırız; hayal ettiğimiz şeyi, karşılaştığımız durumla başa çıkmak için kullanırız” diye açıklamaktadır. Biyolojik olarak gelişmiş olan insan, doğadaki diğer canlılardan farklı olarak kendi fiziksel, ruhsal ihtiyaçları üzerine düşünebilen bir varlıktır. Bu vesile ile kişiler ötekinin rolünü anlamaya çalıştığında, dünyayı diğerinin bakış açısıyla görmeye çalıştığında, kendi dünyasının bencilliğinden kurtularak; imgesel dünyasının zenginleşmesini sağlayabilir. O ya da bu sebepten ötürü kişiler başkasının rolünü anlamaya direndiğinde, bir ötekinin rolünü ve dünyasını anlayamaz ve etkileşime giremez. Böylece bir ötekiyle ilgili yanlış kanılara, basmakalıp düşüncelere kapılıp giderek, dışlayıcı, ayrımlaştırıcı ve damgalayıcı olur. Benzer şekilde Psikodramanın kurucusu Moreno somatik roller, sosyal roller, psişik ve transandant (aşkın) roller diye 4 tip rol tanımı yapar. İnsan sadece yiyen, içen, oturan, kalkan, çalışan, doyan, rollerde değildir. Ayrıca tanrı ve evrenle bütünleşen, dünyanın bir parçasını olduğunu anlayan aşkın rolleri de vardır. Psikodramada, hiçbir zaman etkileşim öznenin kendi kendisiyle değildir. Bir ötekinin rolüne girmek, bir ötekiyle konuşmak esastır. Böylece, kişi rol repertuarını zenginleştirerek, tek bir rolün içinde sıkışıp kalmaz. Başka rollerde eylemde bulunması kişinin, yaratıcılığını ve özgünlüğünü besleyerek dış dünyaya uyumlanmasında esneklik kılar. Bir ötekiyle rol değiştirme en etkili psikoterapi yöntemlerinden bir tanesidir.
Ötekinin filozofu olarak bilinen Emmanuel Levinas’a göre felsefe etik bir sorumluluk ile başlamalıdır. Levinas, felsefedeki özne- öteki kavramını, sorumluluk, vicdan, ahlaki bir anlam ile başlatarak diğer filozoflardan bu yönüyle ayrılır. Levinas’a göre ötekini dışlamak yerine, ötekiyle sorumluluk temelli bir ilişki kurmak önemlidir. Böylece insan, kendini bencil yaşamın bağımlılığından kurtarıp, bir ötekinin rolünü anlayarak kendini özgürleştirebilir. Tekdüzelikten kurtulur.
Tarih boyunca ten rengi, aksan, dil, fiziksel yetenekler, yaş, cinsiyet gibi görünürlülüklerle insanlar dışlanmış ve zulme uğramıştır. Eninde sonunda ötekiyi patolojik olarak yorumlayan, dışlayan ve zorbalık yapan dominant gruplar, topluluğun dağılmasına yol açar. Huzuru kaçırır. Halbuki Levinas’a göre bu sosyal yapılanma dışlayıcı olmak yerine kapsayıcı olabilir. Bir ötekinin rolü özne için; bilincin yükselmesi, topluluk duygusu, sanat üretimi, ölüm farkındalığı, mizah ve zaman algısını geliştirici, dönüştürücü niteliktedir. Farklılık, bölmek için bir araç olarak kullanıldığında bu aynı zamanda kişinin kendi sınırlarının da daralması ve eksilmesiyle sonuçlanır. Halbuki öteki ile uzlaşma, farklılık ile bağlantı kurarak kendi dünyamızın sınırlarını aşmak için bir araç niteliğindedir.
Birçok toplumda kendi kendine konuşmak delilik kabul edilir, halbuki ilişki her zaman ötekiyledir. Önce kendi içindeki ötekiyle anlaşmanın, uyuşmanın bir yolunu bulmalı insan. Konuşurken, dinleyen tarafını görmeli. Okurken, yazabilen eli fark etmeli. Öfkeliyken, hoşgörülü tarafı hatırlayabilmeli. Kadın içindeki erkeğe, erkek içindeki kadına dokunabilmeli. Aşıkken, ayrılığı da benimsemeli. Yaşarken, ölmeye uyanabilmeli. Esasında sırt sırta duran taraflar gibidir özne ve öteki.
Daha fazlası için tıklayın.
İlginizi çekebilir: Travma sonrası beyin nasıl çalışır?: Öğrenen ve hayatta kalan beyin
Kaynakça:
Apaydın, E. (2006). Levinas felsefesinde öznelik ve öteki problemi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ankara.
Charon JM. Symbolic Interactionism: An Introduction, an Interpretation, an Integration. 4th ed. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall, Inc; 1992.
İzmir, M. (2013), Öznenin diyalektiği, Hegel, Sartre ve Lacan (1. Baskı). İmge Kitapevi Yayınları. Ankara.
Lacan, J. (2013). Psikanalizin dört temel kavramı seminer 11. Kitap,(çev. Nilüfer Erdem), İstanbul, Metis Yayınları.
Levinas, E., (2003a), Sonsuza Tanıklık: Emmanuel Levinas’tan Seçme Yazılar. Haz. Zeynep Direk ve Erdem Gökyaran. Çev. Medar Atıcı vd. İstanbul: Metis Yayınları.
Mahler, M. S., Pine, F., Bergman, A. (2003). İnsan yavrusunun psikolojik doğumu. (A. N., Babaoğlu, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları
Özbek, A., Leutz, G. (1987). Psikodrama: Grup Psikoterapisinde Sahnesel Etkileşim. Has-soy Matbaası.