“Bence kaygı, onu tanımamış olduğu için yitip gitmek ya da altında kalmak istemeyen her insanın katlanıp çıkmak zorunda olduğu bir serüvendir.” -Kierkegaard
Elimde olsa, ilköğretim müfredatına şöyle bir dokunuş yapmak isterdim: Kaygı 101.
Kaygı, o yaşlardan itibaren ne olduğunu, neye benzediğini, bizi nasıl etkileyebileceğini bilmemiz gerektiğine inandığım en önemli kavramlardan biri. Bu gönülden inancım, kalemimden bu satırların dökülmesindeki motivasyon kaynağım oldu.
Beni harekete geçiren bir diğer nokta ise bugün kaygının modern zamanın ta kendisinin nevrozu olarak görülmesi. Nevroz kelimesinin tüm zihinlerde uyandırdığı bu negatif etki belki de kaygıyı gerçek anlamıyla tanımamaktan kaynaklı. Miyop olanlar bahsedeceğim durumla fazlasıyla empati kuracaktır, yolda kiminle karşılaştığınızı bilmeden uzaktan bir siluet gördüğünüzde kim olduğunu seçemezsiniz. Bu siluet netleşene kadar onunla sağlıklı bir iletişim kurmanız imkansıza yakındır. Gözlerinizi kısarsınız, anlamaya ya da benzetmeye çalışırsınız ama nafile. Karşınızdaki hiç ilgilenmek istemediğiniz eski flörtünüz veya hiç karşılaşmak istemediğiniz ve hatta şerit değiştireceğiniz eski patronunuz olabileceği gibi çok yakın arkadaşınız da olabilir. Şimdi selam vermek mi gerekir, kaçıp uzaklaşmak mı yoksa tanıyamadığın için mahcup hissetmek mi? İşte kaygıya miyop olmak bizi kendi yaşantımızda böyle sıkışmışlıklara ve çıkmazlara sürükleyebilir.
Kaygıyı ortadan kaldırılması gereken bir semptom olarak görmenin sonucu modern zamanda uyuşturma çabaları ile kendini gösterdi. Kaygıdan uyuşma ve bununla beraber duygusal uzaklaşma sürecini kendi hayatımda da sıklıkla deneyimledim. Bu deneyimlerden biri sırasında varoluşçu psikolojinin öncüsü Rollo May’in “Kaygının Anlamı” kitabı ile tanışmam büyük bir şanstı. “Kaygı hayatın anlamını keşfetme yolunda önümüzde açılan bir kapıdır.” diyen Rollo May’in burada kastettiğini özümsemek için normal kaygı ve nevrotik kaygı arasındaki farkın altını çizmek gerek.
Önümüzde uzanan; henüz kat etmediğimiz, deneyimlemediğimiz için ne olduğunu bilmediğimiz yollar normal kaygıyı getirir. Bu noktada, özgür insanın yaşamı boyunca sahip olduğu seçeneklerin ve olasılıkların kaygı ile doğrudan bir ilişkisi olduğunu görürüz. Seçim yapabilme yetimiz ve bu seçimlerin sonuçlarıyla yüzleşebilme zorunluluğumuz kaygının temel kaynağını oluşturur. İnsanın bu kaçınılmazlığı fark ettiğinde kaygıyı varoluşunun bir parçası olarak kucaklayabilmesinin mümkün olduğunu görmek bana umut verdi.
19. yüzyılda Kierkegaard kaygıyı insan gelişimi çerçevesinde inceler. Bir bebeğin serüven peşinde olma halinin veya gizemli olana duyduğu iştahın da yukarıda bahsedilen olasılığın en saf hali olduğunu, fakat bu haliyle özel bir içerik taşımadığını ifade eder. Büyüme ve gelişim ile ebeveynlerle çatışmaları içeren gerçek deneyimler yaşanır. Bu deneyimler, öz farkındalığın ve beraberinde bilinçli seçimlerin yolunu açar. Kierkegaard, bilinçli seçimler yaptığını fark etmenin ise “yapabilme olasılığının dehşetini” oluşturduğunu söyler.
İşte bu dehşetle karşı karşıya kalan insanın bu dehşeti zihninde nasıl konumlandırdığının önemi büyük. Kişi bu dehşeti nasıl yorumlayacak? Saldırarak savuşturulacak bir durum olarak görüyorsa öfke duyacak, kaçarak kurtulunacağına inanıyorsa korku hissedecek, çıkmaza ve çaresizliğe düşeceğini hissediyorsa kaygı meydana gelecek. Normal kaygıyı incelerken bunu yaşamanın doğallığına ne kadar vurgu yapılıyorsa, nevrotik kaygıyı incelerken de bunun ulaşabileceği karanlık noktaların ve şiddetinin de öngörülemez olduğunu bir o kadar vurgulamak gerekir. Nevrotik kaygıyı deneyimleyen kişinin varlığına yöneltilen tehdit o kadar güçlü olabilir ki, bu tehditle baş edemeyen kişi kendi varlığından vazgeçebilir. Sonuç olarak normal kaygı durumlarında yoluna devam etmeyi başaramayan insanın nevrotik kaygıya geçiş yaptığı söylenebilir.
Kaygıya dair bu noktada akılda tutulması gereken en kritik konu günümüzde anksiyete veya epilepsi nöbetlerinin kaynağı olarak işaret edilen, mide işlevlerine etkisinin göz ardı edilemez olduğunun konuşulduğu kaygının kişisel dağılmanın asıl nedeni olmadığıdır. Kaygı ancak dönemimizin sosyal korku, suçluluk, sevgi ve onaydan yoksun bırakılma gibi baskılanan duygularının sonucu ve dışa vurulma şeklidir. Tam olarak bu yüzden kaygıyı bir haberci olarak görmek bambaşka bir bakış açısı kazandırır. Bugün ben kaygıyı, baskıladıklarımı geri döndürme girişimi olarak görmeyi ve yeniden bütünlüğü ve birliği kazanmam için bir mücadele olarak ifade etmeyi seçiyorum.
Dünya kapını çalıp “Buraya bakmalısın, bir şeyler oluyor!” derken, bu haberciyi dostça karşılamak mümkün mü? Hatta buradan ileriye giderek, bu haberciyi yaratıcılık ve cesaret ile kendi özünü bulmanda yol arkadaşı yapmak? Bu keşif soruları sanırım herkesin kendi yolculuğunda koymak istediği yerde olmalı.
Her nereye koyarsanız koyun, yola onu tanımakla başlarsanız serüveniniz güzelleşebilir.
Daha derinden bakmak isterseniz:
İlginizi çekebilir: Detaylı rehber: Kaygı bozukluğu, belirtileri, nedenleri, tedavisi