Kaygılarım mı büyük, ben mi büyüğüm: Anda olarak kaygılarınızı yenebilirsiniz
Çevrenizde hiç kaygılanmayan birini gördünüz mü? Cevabınız büyük ihtimalle hayır olacaktır. Peki hayatımızın her alanında, doğduğumuz günden bugüne var olan bu kaygıları neden yaşıyoruz? Hadi gelin hep birlikte bir bakalım neler varmış bu kaygıların altında…
Kaygı ilk insandan bu yana yaradılışımızın doğasında olan, aslında bizi yaşamda tutan bir kavram. Bizi kaygılandıran her ne ise altında yatan duygunun adına da “korku” diyoruz… Korku insani ve doğal bir duygu… Sizi yaşamda tutan, sabahları yataktan kaldıran, sevdiğiniz kişi için özen göstermenizi sağlayan, trafikte önünüze biri kırdığında sizi frene basmaya iten ve daha birçok içgüdüsel eylemin temelinde korku yatar. Korku vücudun stres altında kaldığı zaman verdiği fiziksel ve zihinsel tepkiler bütünüdür. Bu tepkinin sizinle konuşma şekli şöyledir: “Ya savaş, ya kaç!”
Şimdi söyleyeceğim şeyi duyduğunuzda tuhaf gelebilir ama korku bir duygu çeşitidir ve sizin sağlıklı bir birey olduğunuzun sinyalidir. Mücadele etmemiz gereken yerde korku duygusu akılla birleşirse ortaya stratejiler çıkar… Tam tersi durumda yani sistemin bize kaç dediği alanda, yine akılla işbirliğine girerek, bize zarar vereceğini düşündüğümüz olay, kişi ya da yerlerden uzaklaşırız. Korku bir tercih aracıdır aslında. Savaşmayı ya da kaçmayı tercih etme sebebimizin altında kendi güvenlik ihtiyacımızı karşılamak yatar.
Peki bu korku ne oluyor da kaygıya dönüşüp sonrasında bizi yaşamdan alıkoyuyor? Sorunun cevabına gelirsek: “Geleceği önceden bilme ihtiyacı“… Böyle söyleyince “Ne güzel olurdu geleceği bilmek” dediğinizi duyar gibiyim. Her ne kadar olacakları önceden tahmin etmek için yanıp tutuşsak da günün sonunda hayatın bilinmezliği bizi yaşamda aktif tutuyor. Geçmişi geride bırakmakta zorlanan insan organizmasının bir diğer yandan sıkıca tutunduğu “geleceği bilme arzusu” onu araf dediğimiz yerde bırakıyor. Geçmişte kalan zihinlerin yolu depresyonla, gelecekte olmaya çalışan zihinlerin sonu da ne yazık ki anksiyete ile kesişiyor.
Peki ne yapmalıyız bu araftan çıkmak için?
Sufizm’den Budizm’e kadar tüm kadim öğretilerin de söylediği gibi AN ile ilişki kurmayı öğrenmemiz ve bu beceriyi içselleştirmemiz gerekiyor. “An ile ilişki kurmak” hayatı daha dengede yaşamak için kullanılan araçlardan sadece biri… Peki bu her daim mümkün mü? Tabii ki değil… İnsanın sürekli her şeyin farkında olması ve an ile ilişki kurması yaradılışına aykırı.
Gelişim ve tekamül dediğimiz nokta tam da burada başlıyor aslında. Bunu bilinç düzeyinde bilip yaşamın zorlukları karşısında kullanma becerisi edinmek. Psikolojide buna “bilişsel esneklik kazanmak” deniyor. Üretmek, paylaşmak, sevmek, çalışmak, müzik dinlemek, sevilmek, kabul etmek, hobilerinizle ilgilenmek… O an içinde ne ile ilgileniyorsanız, dikkatinizi ve enerjinizi oraya bilinçli bir farkındalıkla odaklama hali. Yani her ne yapıyorsak bunu pasif bir halden ziyade bizi zinde tutacak bir aktiflikte yapmak…
İçinizde dönüp duran duyguların kendini ifade etmesi için onlara alan açmak sizi hayatın her alanında aktif şekliyle zinde tutar. Sizdeki küçücük bir farkındalıkla yaşanacak değişim, sonra çevrenizdekilere de bulaşır. O yüzden sistemi sorgulayan akıllarımızı özgürleştirmek için başkalarının değişmesini beklemek yerine önce kendimize dokunalım… Kendi kendinize ifade özgürlüğü tanıdığınız zaman izleyin olacakları, bir çocuğun merakıyla gözlemleyin.
Her gözlem kendi içinde cevaplar barındırır. Cevaplar bazen yağmurun sesiyle, bazen bir rüya ile, bazen dinlediğiniz bir şarkı ile, bazen de aynanın karşısına geçip gözlerinizin içine baktığınızda gelir. Gelen cevap her ne ise artık açığa çıkma zamanı gelmiştir. Size kalan, kapıda uzun süredir bekleyen misafiri içeri buyur etmeye karar vermektir.
Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Yeni bir yaşam stili edinmeye var mısınız: Kendiliğindenlik