Yaşadığımız şehirlere şöyle alıcı bir gözle baksak, toplumsal algının ve güç ilişkilerinin onları nasıl şekillendirdiğini görebilir, bir yandan da kendimize şu soruları sorabiliriz:
- Bu şehirler kimlerin hayatlarını yansıtmak için inşa edildi?
- Şehirlerin inşasına kimler dahil edildi ve kimler buralardan hariç tutuldu?
- Ve şehir planlamaları farklı insan gruplarının hayatlarını etkilemeye ne şekilde devam ediyor?
Derinlere daldığımızda iş ve ev organizasyonlarının nasıl ayrıştığını ve toplumsal geçerliliği olan algıya uygun yaşayan erkeklerin yolculuklarını kolaylaştırmak için nasıl düzenlendiğini gözlemleriz. Yaşadığımız şehirler, kadınların ücretsiz ev içi emeklerinin yanı sıra ücretli işlerinin biçimlerini de hiçbir şekilde yansıtmaz. Bu da onların gündelik yaşamlarını ve şehirde hareket etme yollarını çok daha karmaşık hale getirir.
Kadınlar, engelliler ve azınlık etiketi yapıştırılanlar sürekli olarak karar verme ve politika oluşturma süreçlerinden dışlanmaktadır. Halihazırdaki şehirler, bu grupların kamusal ve özel yaşamı deneyimleme biçimlerini şekillendiren başlıca eşitsizlik ve baskı alanlarıdır. Çoğu ideoloji, modernitenin şehirlerde yaşanan son halini daha temiz ve daha güvenli bir yaşam olarak anlatsa da her zaman “Hangi insanlar için?” diye sormamız gerekiyor. Herhangi bir çocuğun, bebek arabası ile yürüyen birinin, kendisini toplumsal kabulün ötesinde tanımlayan birinin veya bastonla yürüyen birinin gözünden şehir planlamacılığını uygulamak geleceği oldukça farklı bir noktaya götürecektir.
Bütünleyici ve kapsayıcı olan bir şehir; cinsiyet, ırk, sınıf, fiziksel yetenek, cinsellik gibi konulardan bağımsız olarak şehrin fırsatlarına ve kaynaklarına herkesin erişmesini sağlayabilecek olan temel bir özgürlük alanıdır. Çünkü şehir bir fırsat ve özgürleşme yeri olabilse çeşitli istihdam türlerine, çeşitli kültürel deneyimlere ve eğitime ulaşabilmek herkes için daha da kolaylaşabilecektir. Bu konuyu sadece felsefi olarak değil de fiziksel altyapı tasarımı ve kamu politikası açısından da yorumlayabilmek birçok sorunun çözümünü de sağlayacaktır.
Bugün toplumların temelini oluşturan ekonomik mantık, bir şehrin (veya toplumun) “başarısını” yalnızca nicel göstergelerle ölçebileceğimiz, ekonomik büyümeyi ve ataerkil idealleri insanların ve gezegenin refahının üzerine yerleştirebileceğimiz fikrine dayanan ilkel bir mantıktır. Bu yönergelerle işleyen ataerkil ekonomik mantık; “rasyonel”, bilginin deneyimsel bilgiden daha meşru ve kazanmanın önemsemekten daha önemli olduğu fikrine dayanır.
Elbette rasyonal bilgi ve kazanmak temelde kökünden kötü şeyler değildir ancak toplumsal deneyim temelli bilginin, günlük bakım ve işbirliği uygulamalarına daha fazla değer vermenin de zamanı artık gelmiştir. Çünkü şehirde yaşayan toplulukların deneyimsel bilgilerini ihmal etmek, olumsuz sonuçlara yol açar. Bu sonuçlar ise erkekler de dahil herkesi negatif bir şekilde etkiler. Ama en başta şehrin en savunmasız demografisi en kötü şekilde muzdarip olacak olan kesimdir. Hesaba katılmayan insan topluluklarının yaşamlarının nasıl zorlaştırıldığına örnek olarak şehirlerin soylulaştırılması politikalarını verebiliriz.
Soylulaştırma kavramı ilk olarak 19. yüzyılın sonunda İngiliz kırsal aristokrasisinin “taşrayı sahiplenmesi” hareketine atıfta bulunan Ruth Glass tarafından kullanılmıştır. Daha sonra, 1960’larda Londra’nın merkezi işçi semtlerinin orta sınıflar tarafından işgal edilmesi sürecini tarif etmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Bu anlamda, İngilizce tabiriyle “urban gentrification” dar gelirlilerin, değeri gittikçe yükselen tarihi mekânlardan kovulması ve dışlanması olarak tanımlanmıştır. Şehirlerin merkezlerinde yoksulların oturduğu, standardın altında olan eski evlerin modernize edilmesi ve buralara orta-sınıf ve varlıklı ailelerin yerleştirilmesi soylulaştırma politikalarının uygulamalarındandır. Güç sahipleri önce bir şehri inceler ve onun çeşitli sıfatlar altında restore edilmesini kararlaştırarak başka bir kesimin lehine yenilenmesini sağlarlar. Bunun adına yeşillendirme, güzelleştirme, yaşanabilir çevre vs. dense de aslında gerçekte yaşanan orada eskiden yaşamakta olan nüfusun, daha yüksek gelirli nüfusla yer değiştirmesidir.
Dışlayıcı, ataerkil ve ekonomik büyüme odaklı bir toplumsal algının diğer sonuçları; şehirlerin otomobillerin egemenliğine girmesi, kamusal ve toplumsal alanlarının sürekli olarak özelleştirilmesi ve ev fiyatlarının hiç durmadan artış göstermesidir. Böyle bir yapıda ise farklı dinamikleri olan yaşam tarzları nefes alacak alanı bulamaz hale gelir.
Şehir planlaması yaparken; herkesi merkezileştiren ve yerel toplulukları belediye işleyişine katılmaları ve mahallelerini etkileyen kararlar almaları için yetkilendiren siyasi süreçleri güçlendirmek önemli bir adım olabilir. Bu süreç Hindistan’da uygulanan temsili komiteler benzeri kurumsal süreçler aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Bu tür komitelere bağımsız olarak çalışabilmeleri için gerekli mali ve işlevsel yetkiler verilebilir ve özellikle marjinalleştirilmiş gruplardan olan kişilerin komitelerdeki zorunlu temsili sağlanabilir.
Tüm grupların merkezileştirildiği alanda güvenlik denetimleri, keşif yürüyüşleri, katılımcıları haritalama gibi araçların kullanımını ve mahallelerindeki ihtiyaçların ve hizmetlerin sağlanması önem taşır. Bunun yanı sıra insanların kendi mahallelerinde müdahale ve kalkınma öncelikleri olan alanlarını belirlemek için kadınları ve diğer marjinalleştirilmiş grupları da içeren yaklaşımlar tercih edilebilir. Örneğin, kentsel planlama süreçlerinde cinsiyete göre ayrıştırılmış verilerin doğru bir şekilde toplanması ve belediye planlamasına dahil olan tüm ilgili paydaşlar için feminist yöntemlerle eğitim ve duyarlılaştırma programlarının yürütülmesi gibi yöntemler bu yaklaşımlara dahil edilebilir.
Barselona merkezli, feminist şehir bakış açısına sahip bir hareket olan Collectiu-Punt 6, “insanların deneyimlerinin çeşitliliğini şehir planlamasına dahil etmek” için insanların hayatlarını kentsel kararların merkezine koymayı önermektedir ki aynı yöntem tüm toplumun deneyimlerini ortaklaştırmak için de geçerlidir. Ekonomik ve toplumsal paradigmayı değiştirmek oldukça büyük bir zorluktur, bu nedenle Collectiu-Punt 6’nın vurguladığı gibi, günlük yaşamın ihtiyaçlarını dikkate alan, kendine ve başkalarına özen gösterilmesine izin veren kentsel alanlar yaratmakla işe başlanması akıllıca olabilir. “Dikkatli ve özenli” kentsel alanlar ve girişimler yaratmak, çocuklar için daha fazla rekreasyon alanı oluşturmak , sokak aydınlatmalarını iyileştirmek, güvenliği arttırılmış ulaşım taşıtları tasarlamak vb. projelerle şehirleri tüm insanların günlük yaşamlarına ve ihtiyaçlarına daha uygun hale getirmeye çalışan küçük girişimler büyük değişimler yaratabilir. Topluluk oluşturma, paylaşma, işbirliği yapma ve kollektifleştirme benzeri pratiklerinin çoğaldığı daha “özenli” kentsel alanlar yaratma çabası bile dünyanın geleceğini etkileyebilir.
Bugün dünyanın bazı şehirlerinde, belirli demografik özelliklerle, özellikle de kadınların kentsel planlama ve tasarımdan temelden dışlanmasıyla aktif olarak mücadele ediliyor. Barselona’da çalışan feminist belediye başkanı Ada Colau, yalnızca kadınların değil, diğer marjinalleştirilmiş grupların kentsel deneyimlerini iyileştirmek için de gerekli yasaları geçirerek ve ilerici kentsel tasarım girişimlerini uygulayarak aslında “siyasetin kadınlaştırılması” politikasını hayata geçiriyor. Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo ile birlikte Colau, Habitat III konferansında herkesin ihtiyaçlarının şehir planlamasına dahil edilmesini sağlamak için mücadele ediyor.
Ayrıca Viyana’da da toplumsal cinsiyet eşitliği uygulamaları, şehri daha feminist hale getirmek için son yirmi yıldır kullanılıyor. Sonuç: Viyana, dünyada yaşanacak en iyi şehirler listesinde sürekli olarak üst sıralarda yer alıyor.
İsveç’te de cinsiyete dayalı bütçeleme uygulaması ile bu yönde adımlar atılıyor, diğer yandan da otobüsler için “gece durakları” projesi hayata geçirilerek yolcuların karanlıkta yürümek zorunda olmadan kendilerine uygun duraklar arasında inmeyi talep etme hakkı sağlanmış oluyor. Keşke böyle bir projeye gerek olmasaydı diye düşünülebilir ancak ataerkil mantık, bütünsel mantık ile yer değiştirmediği müddetçe ancak böyle metodlarla güvenlik alanları sağlanmaya devam edilecektir.
Bu tür çalışmalar sayesinde sadece kadınların değil, geleneksel olarak kentsel haklardan mahrum bırakılan herkesin hakları için savaşmak mümkün olabilir. Biriken deneyimler ise ana akım görüşlerin içine girdikçe toplumun bakış açısı da değişmeye başlayacaktır.
Virginia Woolf’un yazdığı gibi, özgür ve bağımsız hayatlar yaşayabilmek için sadece “kendimize ait bir odaya” ihtiyaç duymuyoruz. “Kendimize ait bir şehre” de ihtiyacımız var. Böylesi bir şehir yaşamı; insanların ve gezegenin refahının ekonomik büyümenin üzerinde tutulduğu bir alan açar. Aynı zamanda bu yaşam aslında dikkatli ve şefkatli topluluk ekonomilerini yaratmak için de gerekli olan özgürlüğü hepimiz için ulaşılabilir kılar. Başka türlü bir yaşam her zaman mümkün…
Kaynak
Lily Maxwell/ How to create more feminist cities?
Finbarr Toesland / What makes a city feminist?
Britta Shoot/ Unsurprisingly, a Feminist City is Actually a Better City for All
Leslie Kern/ Feminist City
Mehmet MEDER, Selda Bal/ SOYLULAŞTIRMA VE ANKARA DİKMEN VADİSİ ÖRNEĞİ
İlginizi çekebilir: Hangi Medusa: Bir kadının hikayesi nasıl kadın merkezli olur?