Kalmak mı yoksa gitmek mi? Ne istediğini bilememek
Düşüncelerinde, okuduğun haberlerde, aldığın mesajlarda stres, karmaşıklık, hüzün had safhadayken etrafında hayatın normal devam etmesi çok tuhaf bir şey. 17 yaşımda üniversiteye gitmek için Türkiye’den ayrıldığımdan beri bu ara ara başıma geldi. Bir grup insanın beraber hissettiği, anlamaya çalıştığı, zorluklarını yaşadıkları şeyleri sadece kafanda yaşamak insanı şu hale sokuyor; sanki şiddetli bir darbe almış da ruh bir yere savrulmuş beden başka bir yere, birbirlerini tekrar bulamıyorlar.
Bundan önce en zoru iki yaz önceydi. Bir şeyler yapman, bir yerde olman gerekiyor gibi hissederken koltuğunda oturup ekranlarında yeni sözcükler, yeni imajlar belirmesini beklemek insanı vücudu yokmuş ya da ona ait değilmiş gibi hissettiren bir şey. Vücudun sohbet ediyor, kahve alıyor, metroya biniyor. Kafan bazen vücuduna bakıp şaşırıyor; ‘Benim alakam yok şu anda kendimle helal olsun kendi kendine bir şeyler yapabiliyor’, diyor.
Hayat devam ediyor
Neredeyse bir haftadır yine bunu yaşıyorum. Birkaç gün evden çıkmadım, çünkü dışarıda hayat çok sakin, insanların dertleri benimkiyle alakasız. Bu da beni daha yalnız hissettiriyor. Sadece birisi nereli olduğumu sorunca ve cevabımı duyunca gözleri kocaman oluyor, sorular soruyorlar. Konuşmak istemeyeceğimi düşünürken kendimi anlatıp rahatlamış buluyorum, sonra da acaba çok mu konuştum, artık konuşmayayım diye kısa kesip kafamın içine geri dönüyorum.
Bu haldeyken çok sevdiğim bir arkadaşım bana mesaj attı. Kendisi New York’un biraz dışında, okyanus kenarında bir kasabada büyümüş ve annesi hala orada yaşıyor. ‘İki arkadaşım arabayla beni ziyarete geliyor, yola çıkacakları yer sana çok yakın, atla gel.’ dedi. Bir pazartesi günü, herkes öfleye pöfleye şehrin sıcağında işe giderken bu gelen teklifi iki kere düşünmemem lazımdı aslında. Ama düşündüm, gitmesem mi, orada etrafımda tanımadığım birkaç insanla huzursuz olur muyum acaba, insanların yanında suratsız bir şekilde oturmak ve sürekli telefonuma bakmak istemiyorum diye düşündüm. Kimseyle manalı bir bağ kuramayacağımı düşündüğüm için tek olmak daha cazip geliyor. Ama evimin içinde duvarlar bana, ben bilgisayarıma bakarken ki halime üzüldüm ve geleceğimi söyledim.
Başka yerdeymiş gibi davranırsan, hiçbir yerde olursun
İyi ki de gitmişim. Şans eseri etrafım sessiz olmama, tuhaf davranmama izin veren insanlarla doluverdi. Okyanusa bakmak ne güzelmiş. Kafamda dalgalar, denizde dalgalar. Girmeye çalıştığımda hızla bana çarpıyorlar. Buradasın bak soğuk, bak kuvvetli, bak tuzlu. ‘Sen şimdi buradasın, haberlerini beklediğin yerde değil!’ dedi okyanus bana ve ekledi: ‘Buradayken ne yapabilirsin, ne yapmalısın onu düşün. Oradaymış gibi davranarak, hiçbir yerde oluyorsun.’ Okyanus bol bol konuştu benle, okyanusla konuşmak bir haftadır başka bütün konuştuğum insanlarla konuşmaktan daha kolaydı. Bu olunca düşüncelerimi daha iyi toplayabildim, okuduğumu daha iyi anlayabildim. Ne yazıp, ne söyleyebileceğim daha iyi şekillendi kafamda.
İlgili yazı: Kendinizi kaybolmuş hissediyorsanız korkmayın, aslında bu normal bir durum
Ama dalgalar yüzüme vurmayınca yine kayboluyorum, arkadaşımın yüzüne boş boş bakıyorum. Düşünüp, düşünüp hiçbir şey üretmiyorum, donmuş kalmış, şokta, boş bir insan oluyorum. Bazı antiloplar var ki, stres altında koşarak kaçabiliyor, bazıları kurnazlıklar yapıp onu yemek isteyen stres kaynağını alt edebiliyor, bazıları ise donup kaldığı için lokma gibi yutuluyor. Ben donup kalanlardan olduğum için genelde saklanarak hayatta kalmayı tercih ediyorum.
Problem şu ki, antilop kişiliğimize fazla bağlıyız. Hasta olursam şu ilacı içmeliyim, bu filmi izlemek iyi gelir, bunla konuşmak rahatlatır. Bunlar işe yaramayınca da huzursuz oluyoruz. Çünkü bu çareler kendi kendimize yarattığımız şeyler. Hiç biri aslında bizi iyi hissetmiyor, “placebo” etkisi yaratıyor. Saklanırsam belki düzgün düşünebilirim, karanlıkta, tek başıma, bu da benim ilacım.
Bu yüzden yine tek olmak istedim. Arkadaşım bana; ‘Bir gün daha kal, niye gidiyorsun hemen?’ dese de, gitmemin daha yararlı diye düşündüm. Mis gibi okyanus rüzgarı yüzüme vururken otobüs durağına gittim. Otobüs şöförü ‘Yer yok, bir sonraki durakta inmen gerekebilir.’ dese de yanık yüzlü beyaz kaftan gömlekli sevgi dolu arkadaşıma el sallayıp bindim. Otobüse biner binmez, güzel bir şeyi, beni mutlu eden bir şeyi anlamadığım bir sebepten bıraktığım bir çok zamanı düşündüm. Oturduğum koltukta az önce hissettiğim rüzgarı özledim. Keşke binmeseydim desem de yalnız olmaktan gelen tuhaf bir rahatlık hissettim. Kendi kendime üzgün olabilirim artık diye gelen bir rahatlık.
Bir sonraki durakta gerçekten inmek zorunda kaldım ve arkadaşımı aradım, ikimiz de gülmeye başladık. ‘Gelip alacağız seni’ dedi, ben de annesinin almayı unuttuğu küçük bir çocuk gibi bir köşeye oturup bekledim. O durakta kendi kendime beklerken gülmekle ağlamak arasındaki halim ruh halime en uygun yerdi aslında. Bilmediğim bir yerde, içim sıkıntılarla doluyken, yüzümdeki ipek gibi gezinen yaz rüzgarının hoşuma gidebilmesi. Beni birileri buradan kurtaracak mı, beklemenin sonunda ne olacak diye kafa karışıklığının arasında, tek başıma kimsenin benimle ilgilenmediği bir yerde olmanın getirdiği rahatlık. Kimsenin umurunda olmamak, hem rahat bırakılma özgürlüğü, hem de yalnız kalma korkusuyla dolu bir yer.
Bu yazdıklarımdan bir ders, bir anlam çıkar mı bilmiyorum. Belki bazılarınız kendinizden bir şeyler bulursunuz, daha normal hissedersiniz. Umarım en azından o olur.