“Kaldırın bütün taşları dünya hemzemin olsun” dedirten bir Edirne turu
Bazen olur öyle. Kelimeler gelmez birden bire ama bir yerde, bir şey, bir kelime gözüne ilişir bir anda ve sende ışık yanar. İlham bu mudur? Bilmiyorum. Ne kadar, nereye kadar bilmediğim ama çok sevdiğim bu alanda ben kelimelerle uğraşıyorum. Hobi gibi. Benim evrenim de kelimelerden oluşuyor sanırım, çok yazmam da çok konuşmam bundan belki de…
Geçen hafta çok istediğim Edirne yazısı bir türü çıkmadı. Başlangıçta ve devamında kelimeler akmadı. Dedim ya olur öyle bazen. Böyle zamanlarda bana hiç uymayan tez canlılık hep zarar verir- kendime düşünme süresi vermediğimden- bekleme moduna geçtim. Bana uymaz. Tez can işte. Maalesef. Ama bu sefer Edirne için sabrettim.
Alelade bir yazı olmasın, o da aksın kelimeler de diye… İşte onun zamanı da bugünmüş. Şimdi sürekli dinlediğim eski bir Mabel Matiz şarkısı bu yazıya ilham oldu. “Nereden çıktı?” dedim bende sizin gibi. Bazı şeylerin gerçekten zamanı var. Bekletmiyor aslında, senin onu bulmanı bekliyor. Aşk gibi… Neyse şarkı ne mi? Adı şaşırtmayacak; “Geziyorum dünya işte.”
Sözleri var ki hele, nasıl insanı etkilemesin? “Kaldırın bütün taşları yollardan dünya hemzemin olsun!” Bazen ufacık bir taş bile yetmez mi tökezlemeye? Hem de nasıl yeter! Ya da şarkıdaki şu söz yok mu, slogan olmalı! “Apoletlerini yırt, kavminden kaç!” Hiç olmanın ederinden bahsetmeyeceğim, ulaşacağımız hedef o çünkü. Ulaşamadan çoğumuz göçüp gideceğiz maalesef. Önemsizliğine ne denir, aslında sahip olduğun kartvizitteki ünvanın ya da arabanın markasının, oturduğun semtin, kaç kişinin seni beğendiginin, harcadığın onca zamanın. Konforlu o alanların, senin sığınağın değil hapishanen olduğunu anladığın o an başlıyor asıl hikayen. Anladım. Anlamak da asıl mesele ya zaten. Uyanmak.
Şimdi Edirne gezisine başlasam fena olmaz gibi, ne dersiniz? Uzun ve çok detaylı bir gezi değildi. Ama keyifli geçti. Mabel’in şu şarkısını keşke Edirne yolunda giderken dinleseydim. “Baharda bir Edirne daha yapacağım” diyerek kendime not ediyorum. Dinlenecek.
Edirne öyle bir şehir ki İstanbul’a saat ve km açısından çok yakın ama bir o kadar da fersah fersah uzak. Havası ağır, kaldırabilen olur olmaz. Kasveti ve bir hüznü var. Enerji alan bir yer. Senden beslenen. Bana bunları hissettirdi. “Gitmem bir daha” diyordum ama gideceğim işte, baharda yeşillenirken de göreceğim. Yine yazarım farkı varsa. Kışın soğukluğuyla hem zaman dondu hem biz donduk orada çünkü…
Bu gezide bana çok sevdiğim arkadaşlarım eşlik ettiler. Hep keyiflidir onlarla geziler ve zaman iyi geçer. Okuyorlarsa ne mutlu bana. İyi ki varlar. Edirne gezisi de ne zamandır bizim planlarımızda olan bir geziydi. Yukarıda hissedilen ağır hava hepimizde aynıydı. Bizi içine pek alamadı Edirne. Hazır mı değildik ya da o mu bize hazır değildi, bilmiyorum. Bazen bazı şeylere insan hazır olmalı. Bizim enerjimiz fazla geldi galiba.
Şimdi kronolojik olarak geziyi ele alalım. Erkenden yola çıkılan bir sabah (arkadaşlarla olduktan sonra erken olması dert değil) ve kahvaltıya Edirne’deyiz. “Peki nerede yapılacak bu kahvaltı?” derdine düşmeyelim diye birkaç öneri de yanımıza almıştık neyse ki. Lalezar Restaurant’tayız nehir manzaralı. Maalesef yağmurlu bir sabah. Acele yapılan bir kahvaltı. Gün bitmesin derdindeyiz tabii. Bu sabahta aklımda kalan sadece Meriç Köprüsü görüntülü manzara. Akıp giden nehir…
Edirne klasiği olan cami gezileriyle başlıyoruz o halde. Biri var ki, evet etkilendim. Hala da anımsıyorum etkisini (ilk içeri girdiğim andaki etkiden bahsediyorum). Eski Cami. İçinin o mistik ambiyansı fotoğraflarda yansıyor mu size de? Belki de ilk defa farklı hissettim. Gerçekten en güzel cami şimdilik benim için, anlamlı demeliyim ya da.
Selimiye Camii de çok heybetli ve yine gezilmeli kesinlikle Edirne’de ancak Eski Cami kadar etki bırakmadı. Değeri paha biçilemez tabii ki haddime de değil tartışmak. Fikrimi söylemek bu.
Bu 2 cami turundan sonra yemek molası için tercih tabii ki ciğer. “Sever misin?” derseniz hayır ama arkadaşlarıma Edirne köftesi ile eşlik ettim. Oyunbozan olmak yok. Edirne ucuz bir şehir. İstanbul’a göre tabii, her şey yaklaşık yarısı fiyatına. Lezzet ama tartışılmaz. Bir de bir tatlı var ki “Tahinli Hayrabolu” adı. Müthiş. Evet ben baharda yine gideyim. Yazarken bile gidesim geldi. “Gitmem bir daha” demiştim ama yok, bir şans daha vereceğim Edirne’ye.
Şimdi sırada son durak olan, çok beğendigim ve etkilendiğim yer var: Sultan 2. Beyazıd Külliyesi Sağlık Müzesi. Trakya Üniversite’sine bağlı müthiş donanımlı ve çağdaş bir müze. Böyle bir gezi yapılacaksa olmazsa olmazalardan. Osmanlı zamanında nasıl ileri tıp teknikleri varmış aklım almıyor. Tabii o zamana ve şartlara göre. İlim ve irfan boyutu şaşırtmadı değil. Sağlık ve tıp üzerine ilgim olduğundan belki beni etkiledi. Şartların yetersizliği onların gelişimini durdurmamış aksine onlara daha çabalamak için neden vermiş. Peki biz ne yapıyoruz sınırsız kaynaklarla? Kendime bu gezide bunu sordum hep. Ondan mı rahatsız oldum ben bu geziden acaba? Kendimi çok bedava yaşar gördüğümden mi? Konforlu alan ezber sever. Biraz ezber bozmaya ne dersin? “Varım!” diyenlerden olmak ve bunun için cesaretimizin olması dileğiyle. Sevgiler.
İlginizi çekebilir: “Az çoktur” diyen bir bardak: Pisagor Bardağı ve yeni yıl hedefleri üzerine notlar