Kadın-erkek ilişkilerinde birbirimizin doğasını anlayabiliyor muyuz? Aslında o yaftaladığımız “erkeğin” de kadınlar kadar korktuğunu, o kadar çekindiğini ve bunu saklamak için toplumun genel geçer yargılarına uygun maskeler taktığını fark edebiliyor muyuz?
Erkeklerin de, kadınlar gibi aşka ihtiyaç duyduğunu ve bunu dilediğini… Kadınların da erkekler gibi bazen “sadece sevişmek” istediğini…
Aslında ortak bir zeminden geldiğimiz ama, toplumsal roller ve yargılar yüzünden ayrışıp yabancılaştığımızı görebiliyor muyuz?
Kesin bir yargı içindeyken, karşımızdakini, ihtiyaçlarını, hislerini göremez hale geliriz. Kendimizin kendimize olan yargısını bir kenara koyarak, genellemelerin ve daha önce canı yanmışların “korku” ve “nefret” dolu inançlarının hipnozunda ilerliyoruz. Kendi ihtiyaç ve isteklerimizi görmüyor, dinlemiyor, sadece karşımızdakine odaklanıyoruz gözümüzdeki yargı gözlükleri ile.
Böyle bir durumda, yaşanan ilişkiler ne kadar samimi ve gerçek olabilir?
Kimse kendisi değil iken, bir bir kimliklerini piyonlar gibi ilişki tahtasında ilerletirken aşk nasıl mümkün olabilir?
Kendi ruhsal çıplaklığımızı sağlayamamışken, kendimize hak görmüyor, mutlu birlikteliklere inanmıyorken, her bir hal için kesin bir fikrimiz ve yargımız var iken, nasıl o “güçlü” aşkı çağırıyor olabiliriz?
Bu durumda çağırdığımız sadece korkularımız ve yargılarımız olur. Şimdiye kadar inandıklarımız ve inandırıldıklarımız.
Kendi hayatımızda yaşadığımız hayal kırıklıkları bile kendi zihin süzgecimizden geçerek dosyalanmış durumda zihnimizde. Kendi yaşadığımız deneyimin bile “yargısız gerçekliğinden” bihaber olabiliriz.
Bu yüzden, anlatılan, inandığımız ya da inandırıldığımız her şeyden bir adım geriye çekilip öyle bakmakta fayda var karşımızdakine.
Bir erkeğin sadece seks peşinde koştuğuna, ilişki istemeyeceğine, aşk istemeyeceğine, bağlanmaktan korktuğuna, hissiz olduğuna, basit olduğuna, kaba olduğuna, servis edilmesi gereken olduğuna… Bunlar gibi sonsuza uzanan yargılardan uzaklaşıp sadece bir insan olarak görmeye yöneltmeliyiz zihinlerimizi.
Bir kadının tek derdinin evlenmek olduğuna, sürekli şikayet ve naz içinde olduğuna, kafasının karışık ve komplike olduğuna, zayıf olduğuna, kıskanç olduğuna, kısıtlayıcı olduğuna… Hepsinden uzaklaşıp sadece insan olduğuna odaklanabilir miyiz?
Her iki cinsiyetin kendine has hediyeleri olmasının yanı sıra, her cinsiyetin erili ve dişili olduğunu, aslında bizi birbirimizden ayıran tek şeyin toplumsal ve kültürel yargılar olduğunu görebilir miyiz?
Her erkek ve her kadın sevişmek ister. Her ikisi de kıskanç, dırdırcı, sahiplenici, bağlanmaktan korkan, aşkı arayan ve kaçan olabilir. Kişilerin aydınlık ve karanlık yönlerini cinsiyetlerine mal etmemek bize doğal ve gerçek bir ilişki yaşama imkanı sunar, bize gerçek bir birleşmenin şansını doğurur.
Burada sorumu tekrar soruyorum: Ne kadar çıplaksın? Zihnin, gözlemin, varoluşun toplumsal hipnozlardan ne kadar özgür?
Karşındakine cinsiyetinden bağımsız, sadece “insan” olarak bakabiliyor musun?
Ve kendine de “insan” olarak bakabiliyor, isteklerini, arzularını, varoluşsal çiçeklerini korkusuzca ve sınıflandırmadan dışa vurabiliyor musun?
İlginizi çekebilir: Yalnızlık korkusu insana neler yaptırır?