Bilgisayarım kucağımda, kedilerim yanımda, tam da derin bir nefes alıp bu yazıyı yazmaya oturmuşken, okunmayı düşünmeksizin, sadece yazmanın mutluluğu için yazdığım günleri özlediğimi fark ediyorum. Okuldan sonra kahvemi yanıma alıp kendimi odama atar, müzik açar, tütsü ve mum yakar ve günlüğüme yazmaya başlardım. O günleri daha dünmüş gibi hatırlıyorum.
Gizli bir arkadaşımla buluşmuş gibi hissederdim kendimi öyle zamanlarda. Sadece bana ait bir zaman dilimiydi bu. Mutlulukla, tutkuyla, kimsenin okumayacağını bile bile, hatta belki de kimsenin okumayacağını bilmenin rahatlığıyla, durmadan bir şeyler yazardım defterlerime.
O katıksız, amaçsız, çılgın yazma sevinciyle kendimden geçerdim. Günlüklerimi doldururken, kendimi bir ayindeymiş gibi hissederdim. Arada sırada başımı kaldırıp yanan mumun alevini izlerdim mesela. Tütsünün dumanı odamı doldururken, çok sevdiğim Hermann Hesse’nin kitapları yatağımın üzerinde seriliyken, kendi kendime gülümser ve kendimi gerçek bir yazar gibi hissederdim.
Şimdi anlıyorum ki, zaten öyleydim. O zamanlar bugün hiç olamadığım ve belki de bir daha asla olamayacağım kadar gerçek bir yazardım. Çünkü yazdıklarım, yazmaya olan sevgimden başka hiçbir gizli maksat barındırmıyordu içinde. Sırf yazmanın verdiği haz için yazıyordum. Bir okurum, bir editörüm, bir yayıncım, bir ajansım, bir planım yoktu. Ben ve günlüğüm vardık sadece.
Şimdi yazmayı sevmediğimi söylemeye çalışmıyorum bu arada. Yazmayı her şeyden çok seviyorum hâlâ. Sadece artık o eski ben olmadığımı, o ruhu kaybettiğimi hissediyorum. Yazdıklarımı başkalarının gözünden de okumaya başladığım gün kaybettim onu. Yetişkin olduktan sonra, yazmak bir ayin olmaktan çıktı benim için galiba.
Zamanı geri alamayacağımı biliyorum. Şeylerin durmaksızın değiştiğini ve bizim de onlarla birlikte değiştiğimizi. Günlüklerin yerini blog’ların, blog’ların yerini Instagram ve Twitter’ın aldığını…
En azından benim bildiğim kadarıyla durum böyle. Belki günün birinde bütün bunların da yerini bambaşka şeyler alacak. Sanırım artık kimse kendi kendine, sadece kendisi için yazmıyor kısacası.
Hayır, hiçbir zaman geri alamayacağım zamanı. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, Hesse okuyan o kız olamayacağım bir daha. Bunu biliyorum. Ama keşfettiğim bir şey var ki, o da onun hâlâ içimde bir yerlerde yaşadığı. Çünkü resim yapmaya başladığımda, yeniden başını uzatıp merhaba dedi bana.
Bir mola vermek, biraz dinlenebilmek, biraz da eğlenebilmek amacıyla başladım resim yapmaya. Kendi kendimi eğlendirmekten başka hiçbir amacım yoktu bu işe başlarken. İyi olmadığımı biliyordum ve bu umurumda bile değildi. Ben sadece renklerle ve o güzel fırçalarla oynamak istiyordum, tıpkı çocukluğumdaki gibi.
Yemek masasının üzerine tuvallerimi, boyalarımı, fırçalarımı, kâğıtlarımı, çizim kalemlerimi sermekle başladım işe. Çocukken çizdiğim prensesleri, deniz kızlarını, mağara adamlarını, hayaletleri, vampirleri, kovboyları, Vikingleri hatırladım sonra.
Müziğin sesini açtım, kalbim heyecandan çılgınlar gibi çarparak fırçamı boyaya batırdım ve onların resmini yapmaya koyuldum. Ve zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadan, saatlerce, canla başla çalıştım durdum.
Kendimizi bulabilmek için, önce onu kaybetmemiz gerektiğini düşünüyorum bazen. Ve kaybolmanın da bir sanat olduğunu… Yoko Ono, “Kaybolmak için bir harita çiz” diye yazmış ya hani; işte, kaybolmak için önce bir kılavuza, bir işarete, yolumuza serpeceğimiz ekmek kırıntılarına ihtiyacımız olduğunu.
Hayır, kolay bir şey değil kaybolmak. İnsanın, zihnini çok da haklı olarak meşgul eden bütün o sorular ve sorunlardan bir süreliğine kurtulup kendini oyuna kaptırması zor zanaat. Ama bunu bir kez yapınca, yani dünyayı unutmayı bir kez başarınca, zamanı gerçekten de geri alabilmiş gibi hissediyor insan.
Benim için mutluluğun, yatağına uzanmış, günlüğüne yazan o kızla temas kurduğum ölçüde mümkün olduğunu öğrendim yıllar içinde. Belki resim yapmanın yerini başka şeyler alacak ileride. Bahçecilik, dikiş nakış, seramik, yemek yapmak, ukulele çalmak, örgü örmek ya da bilmiyorum, herhangi bir şey işte.
Ama o amatör ruhu asla kaybetmeyeceğimi biliyorum artık çünkü ona ihtiyacım var yaşadığımı hissedebilmem için. Üzerimde yaptığım işte iyi olma baskısı olmaksızın, sadece kendim için bir şeyler yapmaya ihtiyacım var. Başkalarını kafaya takmadan, sırf canım istediği için bir şeyler yaratmaya.
Hayır, Hesse’yi ilk kez okuyormuş gibi hissedemeyeceğim bir daha asla. Günlüğüme yazıyormuş gibi yazamayacağım kitaplarımı. Ama biliyorum ki, yeni şeyler için heyecanlanmayı sürdürebilirim yaşadığım sürece. Ve bir şeyleri kendime saklamanın hazzıyla coşabilir, kendi kendimin sırdaşı olabilirim. Ne de olsa, hiçbir zaman gerçekten büyümüyoruz aslında. Dünyayı keşfetmeye çalışan o çocuk hâlâ içimizde bir yerlerde.
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Güneşli sabahlar