“Bir zamanlar kitapları çok seven bir kız vardı. Kapalı bir kitabı andıran, üzgün bir oğlana âşıktı. Ve aradığı şeyi onda bulamayınca, oturup kendi kitabını yazdı…”
Not almayı bırakıp pencereden dışarıya bakıyorum. Beyoğlu aşağıda tanıdık, kalabalık, karmaşık, gri bir deniz gibi uzanıyor ve ben her şeye rağmen onu sevdiğimi, sonsuza dek de seveceğimi düşünüyorum.
Bir çatı katında, çok sevdiğim bir restoranın pencere kenarındaki masasındayım. Yemeğimin gelmesini beklerken masanın üzerine eğilip defterime küçük masallar yazıyorum. Restoranda benden başka kimse yok, gökyüzünde güvercin grisi bulutlar toplanıyor ve ben bir an için kendimi dünyanın tepesindeymişim gibi hissediyorum.
Yanımda bir de kitap var. Az önce, Tünel’deki en sevdiğim kitapçıdan aldım onu. Sylvia Plath’ın çocuk kitabı. Adı Kiraz Hanım’ın Mutfağı. Arada sırada onu karıştırıyor, kendi kendime gülümsüyorum. Derken bir anda önüme bir tabak yemek konuyor. Kalemimi elimden bırakıyorum ve kitabımı açıp okurken, yemeğimi yemeye koyuluyorum.
Bugün kendimi dışarı çıkardım. Tek başına dolaşmanın güzelliklerini saymakla bitiremem. Bir sergi gezdim, sinemaya gittim, kitapçılarda oyalandım ve şimdi de kendime nefis bir yemek ısmarladım. Tek başımayken kendimi hiç yalnız hissetmiyorum. Yanımda güzel bir kitap varsa, kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmiyorum…
Çocukluğumdan beri en iyi arkadaşım kitaplar oldu daima. En iyi arkadaşım, sevgilim, kılavuzum, öğretmenim… Onları her şeyden çok sevdim. Ve onların da beni sevdiğini hissettim, hem de olabilecek en tuhaf şekillerde. Bütün bunların sonunda, benim de kitaplar yazan birine dönüşmem kaçınılmazdı belki de.
Kitaplara âşık olmak biraz da yalnızlığa âşık olmak demektir bana göre. İnsan bir kez kendi yalnızlığına âşık olduğunda da, sonsuza dek kurtulmuş olur başkalarının varlığına bağımlı olmaktan.
Tabii, başkalarını dışlamaktan ve kendi kabuğunda yaşamaktan söz etmiyorum burada. Sadece, kendi kendine yetebilmenin, yani çatı katında bir restoranda tek başına oturup Sylvia Plath’ın çocuk kitabını okurken çılgıncasına mutlu olabilmenin harika bir şey olduğunu söylemeye çalışıyorum. Arada sırada ya da sık sık, kitapların bizi dışarıya çıkarıp gezdirmesine izin vermeliyiz bence.
Bir zamanlar kitapları çok seven küçük bir kızdım ben. Hikâyelerden, şiirlerden, romanlardan, masallardan ördüğüm bir kozanın içinde yaşardım. Kozamın içinde mutluydum, ancak yine de dış dünyayı merak ediyordum. Derken, günün birinde, kapalı bir kitabı andıran, üzgün bir oğlana âşık oldum.
Okumak için yanıp tutuştuğum bir kitaptı aşk. Beni kozamdan çıkarabilecek tek şeydi o zamanlar. Onu sadece romanlardan biliyordum ve aşkım derinleştikçe, yavaş yavaş, kendimi bir roman kahramanı gibi görmeye başlıyordum. Hayat romanlardakine benzedikçe güzelleşiyor, anlam kazanıyordu. En sevdiğim kitabın içinde yaşıyordum. Ve o aşkın masallardaki gibi bir mutlu sonu olmayacağını henüz bilmiyordum.
Sonunda, kapalı bir kitabı andıran, o üzgün oğlanda aradığımı bulamayınca, kendi kitabımın kahramanı olmaya karar verdim ben de. Ve kendi kitaplarıma mutlu sonlar yazarken, gerçekten de mutlu olduğumun farkına vardım birdenbire. Kitaplara âşıktım ben. Yazmaya âşıktım. Ne olursa olsun, bunu elimden alamazdı hiç kimse.
Aniden bastıran yağmurla birlikte, altımda uzanan Beyoğlu birden tenhalaşıyor. Herkes bir yerlere sığınmış, yağmurun dinmesini bekliyor. Bense hem yemeğimi hem de kitabımı bitirmiş durumdayım ve kendime bir Türk kahvesi ısmarlamak için elimi kaldırıyorum. Cama yağmur damlaları vuruyor, restoranda Bob Dylan çalıyor… Ve kahvemi içerken, masalıma devam etmek için bir kez daha defterimi açıyorum.
O kız yeniden âşık oldu elbette. Kaçınılmaz bir biçimde… Üstelik mutlu bir aşk, şimdiki. Tabii, bunun bir son olup olmadığını bilmiyor ama bir kez daha bir roman kahramanı gibi hissediyor kendini.
Ancak şimdi bu yağmurlu Beyoğlu gününde tek başına ve bir çocuk kitabıyla yaşadığı bu romantik buluşmanın tadını çıkarıyor. Böyle mutlu günler varken, mutlu sonları kim umursar ki?
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Kırılgan şeyler