Başkaları için daima güçlü olmak zorunda hissederdim kendimi. Her şeyi kaldırabileceğimi sanırdım. Başkaları kolayca kırılırken tek parça kalabileceğimi… Her gece yalnız kaldığımda sessizce isyan edip her sabah yeniden gülümserdim dünyaya. Ve unuturdum benim de herkes kadar kırılgan olmaya hakkım olduğunu.
Evet, başkaları için daima güçlü olmak zorunda hissederdim kendimi. Hiçbir şey belimi bükemez, hiçbir şey zırhımı delemezmiş gibi. Ama yalnız kaldığımda dağılıverirdim un kurabiyesi gibi.
Bu dünya için fazla kırılgan bulurdum kendimi çoğu zaman. Üzülürdüm de bunun için. Bende yanlış olan bir şeyler varmış gibi hissederdim. Başkalarının umursamadığı şeyleri günlerce kafama taktığım, önemsiz olaylar yüzünden kendimi paraladığım, küçük şeylerden çok fazla etkilendiğim için bende bir eksiklik, zayıflık ya da tuhaflık olduğunu düşünürdüm. Böyle olduğum için gizli gizli utanırdım da…
Oysa artık çok iyi biliyorum ki, kırılgan olmak zayıf olmakla aynı şey değildir. Kırılgan olmak, dünyanın etkisine açık olmak demektir. Dünyanın bütün duygularına; sevgiye, kedere, mutluluğa ve gözyaşlarına. Kırılgan olmak, verdiği tüm acıya rağmen insana bahşedilmiş bir süper güçtür aslında. Her şeyi hissetmek, ışığı içeriye almak ve hayatı lıkır lıkır içmek demektir.
“Her şeyde bir çatlak vardır”, der Leonard Cohen. “Işık içeriye işte böyle girer.” Düşünüyorum da, kendimi tamamen yenilmez kılarsam ışığımı da kaybederim en sonunda. Bir duvara dönüşürüm. Taştan bir heykele. Bir gargoyle’a. Yüzeyde yaşayan, yaşamak yerine sadece nefes alan, duygusuz bir canlıya.
Ben derinlere inmek istiyorum oysa. Çatlaklarla dolu olmayı seviyorum. Çatlaklarıma sahip çıkmayı öğrenmek istiyorum. Derinlere ineceksem, bunun kırılganlığım sayesinde olacağını biliyorum.
Evet, evet, derinlere inmek ve orada gördüklerimi yazmak istiyorum ben. Sığ sularda yüzmek yerine o korkutucu ve muhteşem koyu mavinin içinde kaybetmek istiyorum kendimi. Yazmak da, üretmenin bütün biçimleri gibi, kırılgan bir eylem ne de olsa. Ve tüm kırılgan eylemler gibi, kaybolmayı gerektiriyor bir parça. Oraya gitmek ve döndüğümde, orada tanık olduğum bütün o muhteşem şeyleri kaleme almak: Sadece bunu istiyorum şu hayatta.
Hem seviyorum da kırılgan şeyleri. Hep sevdim onları. Müziği, çiçekleri, yağmuru, yıldızları, kedileri… Biliyorum kırılgan şeylerin kendilerine göre bir güzelliği olduğunu. Ve onlardan biri olduğumu kabullendiğim gün, kendimi daha çok sevmek için bir adım atmış olduğumu.
Yazmak benim için gözyaşlarımdan güzel bir şey yaratmak demek. Her sabah, güneş ile ayın vals yaptığı o sihirli saatte oturuyorum masamın başına. Tamamen açık, tamamen dürüst, tamamen kırılgan bir halde başlıyorum yazmaya. Zırhlara, maskelere, taşlaşmış kalplere yer yoktur yazı masasında.
Tuhaf bir rüyanın devamı gibi geliyor böyle zamanlarda yazdıklarım bana. Çok seviyorum bunu: Hava ne karanlık ne aydınlık, kahvem sıcak, fonda Joan Baez o kırılgan sesiyle “Farewell, Angelina”yı söylüyor oluyor mesela. Ve kısacık, sihirli bir an için, bu dünyadaki en hüzünlü ve en mutlu yazar benmişim gibi geliyor bana.
Tabii, kırılgan olmanın bu dünyada korkunç bir bedeli olduğunun farkındayım pekâlâ. Ama buna odaklanmak yerine, onu bir hediyeymişçesine kabul etmeyi seçiyorum yine de. Çünkü bütün kalbimle inanıyorum ki, anlamlı bir yaşama giden yol kırılgan olmaktan geçiyor aslında.
Bir zamanlar, başkaları için güçlü olmak zorunda hissederdim kendimi. Her şeyi kaldırabileceğimi sanırdım. Başkaları kolayca kırılırken tek parça kalabileceğimi… Her gece yalnız kaldığımda sessizce isyan edip, her sabah yeniden gülümserdim dünyaya. Ve unuturdum benim de herkes kadar kırılgan olmaya hakkım olduğunu.
Evet, başkaları için daima güçlü olmak zorunda hissederdim kendimi. Hiçbir şey belimi bükemez, hiçbir şey zırhımı delemezmiş gibi. Ama yalnız kaldığımda dağılıverirdim un kurabiyesi gibi.
Şimdiyse, acı çekme pahasına, ardına kadar açıyorum kalbimin pencerelerini. Çünkü yaşadığım sürece, doyasıya hissetmek istiyorum her şeyi.
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Arp şarkıları