Mutfak radyosunda Debussy dinliyorum. Saat sabaha karşı üç buçuk, ay yok, yıldızlar pencerede rüzgârda üşüyen çiçekler gibi titreşiyor. Gözlerimi kapıyorum ve müziğin kalbimdeki çatlaklardan içeriye dolmasına izin veriyorum. Kalbimi tamir etmesine. Bana kendimi, bedenimde evimdeymiş gibi hissettirmesine…
Hayatım boyunca daha açık olmak istedim sevgiye. Onu içeriye almak, ona ev sahipliği yapmak. Müzik bana bunu öğretebilir mi? Bilmiyorum. Ama her notayla birlikte, hikâyemin yeniden şekillendiğini hissediyorum.
Bu yeni hikâyede ben kalbi taşlaşmış bir kurban değilim. Bu yeni hikâyede ben, yavaş yavaş da olsa, yeniden sevmeyi öğrenen biriyim. Yazdıkça şekilleniyor hikâyem ve sımsıkı tutunduğum, canımı yakan, beni aşağıya çeken eski mitler de bununla birlikte yerle bir oluyor.
Ben yazdıkça, geçmişim de geride kalıyor. Tıpkı deri değiştiren bir yılan gibi kurtuluyorum ondan. Ve birden hafiflemiş buluyorum kendimi. Yoksa şimdiki zamanda yaşamak böyle bir şey mi?
Bu hikâyede kendi kendimin şövalyesi oluyorum birden. Kendimi kötü kalpli ejderhadan kurtaracak olan kişinin yine sadece ve sadece kendim olduğunu anlıyorum. Ve o ejderhanın gerçekte sadece sevilmek isteyen küçük bir kız olduğunu…
Pencerede bekledim hayatım boyunca. Ama kimi? Bir şeylerin özlemini çektim hep. Ama neyin? Hangi hayatın? Hangi dünyanın? Ve pencerede beklemekten başka, ne yaptım onu elde etmek için? İşte, mutfak radyosunda Debussy dinlerken, bunu hiçbir zaman bilmediğimi fark ediyorum.
Şimdi düşünüyorum da, hayatımın ipleri daima ellerimdeydi aslında. İstediğim yere gidebilirdim. İstediğim her şey olabilirdim. Ya da şöyle söyleyeyim: İstediğim yere gidebilirim. İstediğim her şey olabilirim.
Bir fincan kahve yapmak için kahve makinesini çalıştırıyorum. Kahve makinesi sessizce homurdanırken, kendi kendime gülümsüyorum. Çünkü o anda anlıyorum: Ben sadece kendim olmak istiyorum.
En sevdiğim kupama sıcak kahve dolduruyorum. İçine biraz da badem sütü ekliyorum. Nasıl kendim olacağımı henüz bilmesem de, yolda bir yerlerde bunu keşfedeceğime inanıyorum. Badem sütü kahvenin içinde dağılırken, hayatım boyunca kalbimin derinliklerinde hissettiğim koyu kahverengi melankolinin de dağılıp gittiğini duyumsuyorum.
“Bunu başarabilirim” diyorum kendi kendime, kahvemden bir yudum alırken. “Kendim olmayı başarabilirim.”
İçimden bir ses bunun sırrının bütün sahte benliklerimi terk etmem olduğunu söylüyor. Öğrendiğim ve bana ait olmayan her şeyi geride bırakmam gerektiğini. Bu yüzden yazmaya devam etmek zorundayım. Bu yüzden sabaha karşı üç buçukta mutfak masasında oturuyor, mutfak radyosundan Debussy dinliyor ve kendi hikâyemi yazmaya devam etmek için güç topluyorum.
Müzik bana güç veriyor ve ben sadece yazarak iyileşebileceğimi artık biliyorum. Notalar kalbimdeki çatlaklardan içeriye ay ışığı gibi dolarken, kalbim de beyaz çiçeklerle dolu bir ay bahçesine dönüşüyor.
Geriye bir tek bu bahçeye davet edebileceğim birini bulmak kalıyor. Sevebileceğim, benim diyebileceğim birini. Üstelik, onun kim olduğunu da biliyorum. Yani, işe kiminle başlamam gerektiğini…
Elimi kalbimin üzerine yerleştiriyorum, sıcaklığının gün ışığı gibi göğsüme ve oradan bütün vücuduma yayılmasına izin veriyorum. “Seni seviyorum” diye fısıldıyorum kendime, biraz utana sıkıla. Alışkın değilim bunu söylemeye ne de olsa. “Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum.”
Ve bütün hücrelerimle, bunun doğru olduğunu, sözcüklerimin kalbime ulaşacağını umuyorum. Çünkü deri değiştirdikten sonra çırılçıplak kalan bu yılanı sevebilmeyi her şeyden çok istiyorum.