Güzel şeylerin başkaları için var olduğunu sanırdım eskiden. Çiçek açmadıkça onları hak edemeyeceğimi. Çiçek açmak zorunda olduğumu sanırdım, etrafımdaki herkes kendini çiçeklerle donatmıştı çünkü. Bense dikenli bir kaktüstüm. Ve bilmezdim kaktüslerin de kendine göre bir güzelliği olduğunu.
Başkaları gibi çiçek açacağım günü sabırla beklerdim. Kendimi yapma çiçeklerle süsler, o gün gelene dek kimsenin çiçeklerimin sahte olduğunu fark etmeyeceğini umardım. Çiçek açamadığım için dünyaya küserdim.
Haksızlıktı bu. Dünya adil bir yer değildi. Oysa toprağımı hiç beslemez, onunla hiç ilgilenmezken, nasıl çiçek açabilirdim ki? Bunun tek sorumlusu bendim. Ama bunu da bilmezdim…
Bir gün çiçek açmakla ilgili şu tuhaf saplantımı bırakmaya karar verdim. Aslında kendiliğinden oldu bu. Dışarıya gösterebileceğim rengârenk, güzel çiçekler hayal etmeyi bıraktım. İçime döndüm ve dış dünyayı dışarıda bıraktım.
Artık kendimi göstermek istemiyordum. Kendimi tanımak istiyordum. Kendimi olduğum gibi görmek. Bunu daha önce hiç yapmamıştım ve derinlere indikçe nelerle karşılaşacağımı merak etmeye başlıyordum.
Köklerimi görmek istiyordum. Köklerime dokunmak. Toprağımla ilgilenmek. Onu sulamak, beslemek, minerallerle ve küçük taşlarla zenginleştirmek. Böyle de yaptım ama kimse hiçbir zaman bilmedi bunu. Derinlerde gördüğüm her şeyi çok sevdim ve sonunda onları haykırmak yerine kendime sakladım.
Güzel şeylerin başkaları için var olduğunu düşünmüyordum artık. Ben de herkes kadar hak ediyordum onları. Kendime seyahatler, plaklar, sanat kitapları, küpeler, seramik kursları, dans dersleri ısmarladım. Bunlar bana katıksız mutluluk ve haz verdi. Bunu daha önce kendimden esirgediğim için kendime kızdım.
Bütün bunların sonucunda dikenlerimin düşeceğini filan düşünürdüm ama öyle de olmadı. Bütün bunların sonunda köklerim daha da güçlendi, ben toprağıma daha sıkı tutundum, dikenlerim daha da büyüdü ve sonunda, hiç beklemediğim bir anda, yıldız biçiminde iri, pembe bir çiçek açtım.
Frida Kahlo’nun saçlarına taktığı çiçeklere benziyordu çiçeğim. Emily Dickinson’ın uğruna şiirler yazdığı çiçeklere benziyordu. Joni Mitchell’in kırlarda gitar çalarken kokladığı çiçeklere. Virginia Woolf’un küçük porselen vazolarına doldurduğu çiçeklere. Beni ben yapan tüm kadınların gözlerindeki o sınırsız şefkate. Çiçeğim aynı maddeden yapılmıştı onların şefkatiyle.
Ben onu kendime duyduğum şefkatten yapmıştım. Hiç bilmeden, hiç beklemeden, hiç planlamadan yaratmıştım onu. Artık benim de güzel bir şeyim vardı. Ben de onlar gibiydim artık. Başkaları gibi. Ne var ki, çiçeğim sadece bir gün yaşadı.
Solduğunda üzüleceğimi, gözyaşı dökeceğimi sanırdım ama öyle olmadı. Çünkü artık güzel şeylerin zaman aldığını biliyordum. Şefkat ve sabır istiyordu güzel şeyler. Çiçek açmak istiyorsam, bunu kendi tarzımda, kendi hızımda, kendi yolumla, ben yapmalıydım. Bir başkası bunu veremezdi bana. Ve ben başkaları gibi olmayacaktım asla.
Dünyanın adil bir yer olmadığı hakkındaki düşüncem değişmedi hiç. Dünyanın adil bir yer olmadığını biliyorum. Başkaları her mevsim çiçek açarken yılda bir gün açan pembe bir çiçek vermenin ne demek olduğunu.
Ancak bir ağaç değilim ben. Bir kaktüsüm. Gücümü renklerimden değil dikenlerimden, köklerimden, gövdemden alıyorum. Ve uzun uğraşlar sonucunda yılda bir gün çiçek açabildiğimde ise kendimi şanslı sayıyorum.
Çünkü bu renksiz dünyada, mutsuzluğa teslim olmak böylesine kolay ve çekiciyken, her seferinde şefkati seçmekte inat etmek kadar cesaret isteyen başka hiçbir şey bilmiyorum.
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Kalbimdeki çatlaklar