İyileşme öyküleri: Güneşli sabahlar
Çin yemeği kutularını seviyorum. Geceden kalan kutuları üst üste dizerek küçük kuleler inşa etmeyi…
Çay poşetini sıcak suyun içine batırmayı seviyorum. Ve suyun yavaş yavaş renk değiştirmesini izlemeyi…
Sevgilimi uyurken seyretmeyi seviyorum. Sakin yüzünü ve gün ışığının kızıla boyadığı kirpiklerini…
Ve güneş doğarken müzik dinlemeyi seviyorum. Chopin’i, Schubert’i ve Billie Holiday’i.
Kaçırdığım bütün güneşli sabahları düşünüyorum bazen. Depresyonun karanlık, yumuşak kucağında uyuyarak geçirdiğim o iki seneyi. Bazen özlüyorum. Bu normal mi? Bilmiyorum ama duygularımdan utanmaktan yoruldum. Evet, depresyonumu özlüyorum bazen, bunu kabul ediyorum. Sorumluluklarımdan kaçtığım, hiçbir şey yapmadığım o tembel günleri özlüyorum. Ama sadece yorgun olduğumda. Ve sadece bazen.
Çin yemeği kutuları yoktu o zamanlar. Güzel kokulu çaylar yoktu. Bir sevgilim yoktu, olacağına da inanmıyordum hiçbir zaman. Ve güneş doğarken dinlenen piyano müzikleri de yoktu. Sadece karanlık vardı. Sadece o kadifemsi yumuşaklık. Beni içine çeker, gitmeme izin vermez, kulağıma aldatıcı sevgi sözcükleri fısıldardı.
Karanlıkta elimde bir fincan soğuk kahveyle koltukta oturur, günün birinde yeniden mutlu olabilecek miyim diye merak ederdim. Depresyonun sonsuza dek süreceğine inanırdım. Kimsenin bana yardım edemeyeceğine. Dahası, kimsenin yardımını da istemezdim. Sıkışıp kaldığım o mutsuz yerden tuhaf bir biçimde memnundum.
Gerçeklerden kaçıyordum aslında. Yaptığım şey buydu tam olarak. Gündelik hayattan, ailemden, arkadaşlarımdan, yazmaktan. Bir işim yoktu. Bir amacım, bir hobim, bir planım, tutkulu olduğum herhangi bir şey, sevdiğim herhangi bir insan… Hiçbir şeyim yoktu. Bütün günlerim birbirinin aynıydı. Nihayet yaşamamanın bir yolunu bulmuştum. Bu azar azar ölmekti. Tam ihtiyacım olan şeydi.
Bir gün hazır çorba yaparken kendi mutsuzluğuma öylesine dalmıştım ki, evi yakacaktım neredeyse. İşte o zaman bu işte tek başıma olduğumun farkına vardım. Ben istemedikçe kimse beni bu durumdan kurtaramazdı. Ertesi hafta, istemeye istemeye terapiye başladım.
“Acı çekmek zorunda değilsin” dedi terapistim bana. “Karanlık tarafa geçmişsin ama geri getireceğiz seni.” Öyle de yaptı. Beni karanlıktan çıkardı, bana hayatımın sorumluluğunu alabilmem için güç ve cesaret verdi. Bana gerçekten de acı çekmek zorunda olmadığımı gösterdi. Hayat zordu ama aynı zamanda da çok güzeldi.
Alabildiğim her türlü yardımı aldım. Yogaya başladım, meditasyon yaptım, podcast’ler dinledim, uzun yürüyüşlere çıktım ve bana iyi gelme ihtimali olan hiçbir şeye, o çok satan kişisel gelişim kitaplarına bile burun kıvırmadım. Hayır, hayır, Çin yemeği sipariş ettiğimde gelen o küçük şans kurabiyelerine bile. Asla burun kıvırmadım hiçbir şeye. Ve şans kurabiyemin içinden çıkan güzel, teşvik edici sözlere bütün kalbimle inandım. Çünkü inanmak zorundaydım.
Sonra bir anda küçük bir kedi gibi gelip teklifsizce kucağıma yerleşiverdi mutluluk. Güneşli sabahlar geri geldi ve ben mutluluğun varılacak bir yer değil, olsa olsa bu yolculukta karşıma çıkan bir duygu olduğunun farkına vardım. Ama artık biliyordum yağmurun sonsuza dek yağmayacağını ve eninde sonunda daima güneşin yeniden ortaya çıkacağını. Buna güvenmeyi öğrendim.
Adına mutluluk denen o küçük kedinin peşinden koşmamayı öğrendiğim gibi. Kendi haline bıraktım onu. Bıraktım, kendi gelsin…
Şimdi, bu sıradan, güneşli sabah saatinde, etrafım çok sevdiğim küçük şeylerle çevriliyken, küçük şeylerde bir parça sihir bulabilen biri olduğum için şanslı sayıyorum kendimi. “Buradayım” diyorum kendi kendime, birkaç kez üst üste. Ve gözlerimde kırlangıçlarla, paketini açıp ikiye bölüyorum dün geceden kalma şans kurabiyemi.
“Sadece sabret” diye yazıyor içinden çıkan küçük kâğıtta. “Hayal bile edemeyeceğin güzellikler bekliyor seni.”
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Denizaslanları