Küçükken, sırf boyum uzun diye, annemle babam beni okulun basketbol takımına yazdırmışlardı. Uzun boylu olmamın basketbolda iyi olacağımın garantisi olduğunu sanıyorlardı. Aynı zamanda da bir takına girmemin kronik yalnızlığıma iyi geleceğini… Ama çok geçmeden ortaya çıktı ki fena halde yanılıyorlardı.
Okuldan sonra eve, odama dönüp çok sevgili kitaplarıma gömülmek yerine antrenmana kalmak zorunda olmaktan nefret ediyordum. Antrenmanlar çok sert geçiyordu ve aynı takımda olmalarına rağmen bütün kızlar birbirine düşmandı.
Herkes koçun gözüne girebilmek için birbiriyle yarışıyordu ve ben daima geri planda kalıyordum. Ayrıca öyle çok fit ve sportif bir tip de olmadığımdan, iki dakika koşsam hemen yoruluyordum.
Öyleyse neden devam ediyordum? Neden umurumda bile olmayan maçlara hazırlanırken strese giriyordum? Neden umutsuzca iyi basketbol oynayabilmek istiyordum? İyi bir basketbolcu olmak neden ölüm kalım meselesiydi benim için? O günlerde tam olarak çözememiş olsam da, cevap basitti aslında: Ben sadece annemle babamın benden olmamı istedikleri kişi olmaya çalışıyordum.
Bir gün önemli bir okulla önemli bir maça çıkacaktık. Annemle babam da gelmiş, tribünlerdeki yerlerini almışlardı. Maç fırtına gibi başladı. Takımın en parlak oyuncusu sayılmazdım, bu yüzden koç beni ilk üç çeyrekte oynatmadı. İyi de oldu. Karşı takımın kızları öylesine dişlilerdi ki, oturduğum yerde dişlerim zangır zangır titriyordu. Ve bu kızlar arka arkaya muhteşem üçlükler atıyor, biz yerimizde sayarken, sayı üstüne sayı yapıyorlardı.
Dördüncü çeyrekte, onlara büyük bir farkla yenileceğimiz kesinleştiğinde, biraz deneyim kazanmam için koç beni de sahaya çıkardı. Karşı takımın kızları koşarken bize dirsek filan atıyor, hakaret ediyorlardı. Takım arkadaşlarım bu hareketler karşısında hırslanıp öfkelenirken, ben gözlerimin dolmasına engel olamıyordum.
Böyle şeyler bana göre değildi. Ben sessiz, utangaç, içedönük biriydim. Eve gitmek istiyordum. Bir fincan sıcak çikolata yapıp bir kitabın içinde kaybolmak… Define Adası, mesela. Evet, Define Adası’nı okumak ne güzel olurdu o anda. Ama annemle babam beni izliyordu ve onları gururlandırmak zorundaydım. Bu yüzden, sahada koştururken ne yaptığımı biliyormuş gibi davrandım.
Sonra inanılmaz bir şey oldu. Oyunun son dakikalarında birdenbire, tamamen tesadüf eseri, top önüme geldi. Bir süre onunla ne yapacağımı bilemeyerek orada durdum, sonra takım arkadaşlarımın bana bağırdığını fark ettim ve topu alıp koşmaya başladım.
Şaşırtıcı bir biçimde, karşı takımdan kimse beni durdurmadı. Ben de bundan cesaret alarak hızlandım, hızlandım, hızlandım…
İşte, önümde uzanıyordu: Basketbol potası boş ve savunmasızdı. Hemen dibine kadar sokulup bir turnike attım. Zaman adeta durmuştu. Topun filenin içinden nasıl da yumuşacık bir şekilde geçtiğini bugün bile hatırlarım.
Derken derin bir sessizlik. Ardından salonda patlayan kahkahalar. Ne oluyordu? Neden herkes bana gülüyordu? Dönüp baktığımda, koçun yüzünü ellerinin arasına aldığını gördüm ve o an anladım: Kendi potamıza basket atmıştım.
Soyunma odasındaki utançtan bahsetmeyeceğim. Dönüş yolunda, arabada, annemle babamın suskunluğundan da öyle. Bana gelince… Ben üzgün filan değildim aslında. Yani, neden üzgün olacaktım ki? Artık biliyordum: Basketbol oynamaktan nefret ediyordum ve bu “yanlış” turnike sayesinde, nihayet bunu bırakabilecektim.
Sevmiyorum rekabeti. Hiçbir türünü sevmiyorum rekabete dayalı ilişkilerin. Hiçbir zaman da sevmeyeceğim. Ama o günden sonra, basketbol maçlarını zevkle izlemeye devam ettim uzun yıllar boyunca. Çünkü ben içinde olmadığım sürece, muhteşem bir oyun bu bence.
Ve ne zaman bir basketbol maçı izlesem, şöyle soruyorum kendime: Basketbolda başarısız olmasaydım ya da daha kötüsü, başarısız olduğumu bile bile pes etmeyip oynamaya devam etseydim, nasıl bir hayatım olurdu?
Bazen başarısız olmak başımıza gelen en güzel şeydir. İstemediğimiz bir alanda iyi olmak için kendimizi zorlamaktansa, sevdiğimiz işi doğru yapmak için harcayabiliriz böylece bütün enerjimizi. İşte o zaman, asla pes etmememiz gerektiğini söyleyebiliriz kendimize. İşte o zaman, var gücümüzle tırmanırız merdivenleri.
Ben basketbolu bıraktıktan sonra okumaya ve yazmaya adadım kendimi. Ne istemediğimi çok iyi biliyordum artık. Bir takımın parçası olmak yerine -ki bunun bazıları için harika bir şey olabileceğinin farkındayım- yalnız çalışmam gerektiğini. Kabullenmiştim artık bunu.
Benim doğrum bu. Hep de öyle olacak. Ve bunu öğrenebilmek için önce yüzlerce kişinin gözleri önünde başarısız olmam gerekti. İyi ki de öyle oldu. Yoksa bütün hayatımı kendi arzularımı yok sayarak geçirebilirdim, öyle değil mi?
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Sınıfın en uzun kızı