Gün doğarken badem sütlü kahve içerek Mary Lattimore’un arp şarkılarını dinliyorum. Kahve sıcak ve güzel, müzik ise sadece benim için bestelenmiş gibi hissettiriyor. Arptan dökülen altın rengi notaları evimin salonunda, havada yakalıyorum. Onları tıpkı ormanda kaybolmamak için yollarına ekmek kırıntıları serpen Hansel ve Gretel gibi ceplerime dolduruyorum. Günün birinde kaybolursam, müziğin bana evimin yolunu göstereceğine inanıyorum. Nerede olursam olayım, bu sihirli arp müziğinin bana kendimi evimde hissettireceğini biliyorum.
Çocukken çok tuhaf bir kitap okumuştum, ismi “Dünyanın İlk İnsanları Hansel ve Gretel’di” idi. O zamanlar bu isme güldüğümü hatırlıyorum, oysa şimdi çok mantıklı geliyor. İlk insanın macerasının elbette evden ayrıldığında başlayacağını düşünüyorum. Evini, kendini en güvende hissettiği yeri terk edip gölgelerle dolu ormanın derinliklerine yürüdüğünde. Ve burada o kötü cadıyla, yani kendi gölgesiyle yüzleştiğinde.
Sanırım ben de evinin yolunu bulabilsin diye ormandaki karanlık patikaya ekmek kırıntıları serpen Gretel’in soyundan geliyorum. Ve ne kadar uzağa gidersem gideyim, sonunda daima evime döneceğimi biliyorum.
Gretel sevginin ne olduğunu biliyordu. Sevgi, sanılanın aksine, zencefilli kurabiyeden yapılmış bonibon rengi bir ev değildir. Kendini kaybolmuş hissettiğinde sana evinin yolunu gösterecek olan o altın rengi ekmek kırıntılarıdır sevgi. İyi ama ev nedir? Neresidir? Bir evi yuva yapan şeyler nelerdir?
Bana kalırsa ev dediğimiz şey bazen gerçek bir ev, bazen bir arkadaş, bazen müzik, bazen sanat, bazen de aşktır. Bazen de siyah beyaz, küçük bir kedi… Ev dediğimiz şey, kalbimizin ta kendisidir. Cebinde ekmek kırıntıları taşıyorsan, yolculuğun boyunca asla yalnız hissetmezsin kendini. Onları kuşlar yemediği sürece, tabii.
Ama yola çıkarken bunu da göze alabilmek gerek belki. Ekmek kırıntılarını, yani sevgiyi, kaybedebileceğin gerçeğini. Dışarıdan içimize nüfuz eden ve bizi mutlu eden her şeyi kaybedebiliriz günün birinde. İyi haber ise şu: Her şeyi kaybetsek bile, kendi kendimizin evi olmayı başarabiliriz yine de.
Evet, hiçbir zaman kaybetmeyeceğimiz tek sevgi kendimize duyduğumuz sevgidir. Kendimize duyduğumuz sevgi bizim çakıl taşlarımızdır. Karanlıkta parıldayarak yolumuzu aydınlatır bu taşlar. Hiçbir yere de gitmezler üstelik, daima oradadırlar. Biz fark etmesek de ceplerimiz onlarla doludur. Kaynağı sınırsız ve çok güçlüdür bu sevginin. Uçsuz bucaksızdır. Koşulsuzdur. Onunla temas kurmayı öğrendiğimizde, bütün gölgeler ışığa kavuşur.
Ormanın derinliklerinde yaşayan gölgelerden biri de kendi gölgemizdir aslında. Bizim karanlık yanımız. Onunla barışmamızı sağlayacak, onu yanımıza ve bizim tarafımıza çekecek, onu evcilleştirecek, onu sevgiyle aydınlatacak tek şey ise zaten kalbimizin derinliklerindedir.
Gökyüzünün aydınlanmasını izlerken düşüncelere dalıyorum. Kendi masalımın hem kahramanı hem de kötü cadısı olduğumu fark ediyorum. O cadıdan böylesine çok korkmasaydım neler yapabileceğimi, kim olabileceğimi hayal etmeye çalışıyorum.
Eğer kendim olmak istiyorsam, cadıyla barışmam gerektiğini çok iyi biliyorum. İşte o zaman uçsuz bucaksız bir özgürlük duygusu saracak benliğimi. İşte o zaman dünya benim evim olacak. Ve cebimdeki çakıl taşları sayesinde, karanlık asla korkutamayacak beni. Çünkü özgürlüğe giden yolun, insanın önce kendisi olmayı öğrenmesinden geçtiğini biliyorum.
İlk gençliğimde yabancıların elime tutuşturduğu bonibonları sevgi sandığımı hatırlıyorum yüzümde buruk bir gülümsemeyle. Zamanı geriye alıp o genç kıza gerçeği söylemek isterdim ama bunu yapamayacağım da ortada. Ne yaparsam yapayım, o kıza bir türlü ulaşamıyorum.
Yapabileceğim tek şey, bundan böyle yoluma çıkan bütün o sahte, tatlı şeyleri oldukları gibi görmek. Hayat bana bunu öğretirken kalbimin defalarca kırılmasına izin verdi, bunun için ona biraz kırgınım. Yine de ceplerimde taşıdığım güzel şeyler bana güç veriyor. Ve daha da güçlenmek için, arada sırada evimi terk etmem gerektiğini biliyorum. Hem büyümek için, kalp kırıklığından daha değerli bir ders de düşünemiyorum.
Ben düşüncelere dalarken kahvem soğuyor ama bunu önemsemiyorum. Mary Lattimore ise arp şarkılarını benim için çalmaya devam ediyor. Ve az sonra, kendim olmayı öğrenmeyi yeni baştan deneyebileceğim, taptaze bir gün başlıyor.
İlginizi çekebilir: İyileşme öyküleri: Kendi dünyamın kahramanı