Başarılı olmak, görünür olmak isteriz, sevilmek, aşk içinde yoğrulmak isteriz. Fakat o istediğimiz olmaya adım attıkça içimizi bir korku kaplar! Gerçekten, istiyor muyuz?
Fikri güzel ama, yaşamayı kaldırabilir mi bünyelerimiz?
Çok seviliyor olmanın karşılığında, kalbin bir çiçek gibi açar mı kendini, yoksa korkudan iyice içine kapanıp avaz avaz bağırır mı özlediğine?
Korkarız…
Başarıdan, sevilmekten, bin yıllık arzularımızın gerçekleşmesinden…
Çünkü gerçek olursa bir nevi oyun biter, çünkü gerçekleşirse, bu kadar yıldır oynadığın “kendine acıma oyunu” son bulur. Çünkü gerçekleşir ise, sevgisini ve onayını alamadığın ailenden iyice koparsın, ataların yapamadı sen yaparsan… Onlara duyduğun gizli sadakattan mütevellit ayrışırsın köklerinden, gerçek bir kara koyun olursun.
Bu yüzden, şimdiye kadar savunduğumuz kimliklerimizden, “ben” sandığımız şeyden kopmak üzere oluşun büyük korkusunu ve reddini yaşarız içimizde.
Gerçekten sevilmeye değer miyim? Hem de hiçbir çaba göstermeden?
Sevilmediğimize olan inancımız bizi başka bir yönden besler. Kendimizi sevilir kılmak için, kendimize özgü çiçeklerimizi tomurcuklandırmak için bir alan açar. Ve bizler, kendimize dair keşfedişleri işte bu istemediğimizi söylediğimiz “sevgisizlik” bataklığında açtırırız. Bizim verimli toprağımız oradaki acıdır, oradaki karmaşa ve sıkışıklıktır, oradaki açlıktır. İçten içe minnettar olduğumuz..
Ve artık tomurcuklarımız yapraklarını tek tek açmaya başladığında, çiçeğimiz boynunu kokuşmuş bataklık suyundan ayırdığında, tertemiz bir havaya gülümseriz, gözlerimiz hala çamurumuzda…
Bu temiz havayı solumayı biliyor muyuz?
Hava ile taç yapraklarımızı beslemeyi? Arıların döllemesine göbeğimizi açmayı?
Bilmediğimiz bu şahane deneyim, bizim korkumuzdur işte.
Çiçeğimizin açması bütün çabamız olsa da, aynı zamanda en büyük korkumuzdur. Çünkü burası gerçek bir “doğum” kapısıdır.
İnsanın bir su canlısından bir kara canlısına dönüşmesinin hikayesi gibi. Su dolu ciğerlerine bir anda hava alması gibi, yakıcı ama yepyeni. Bir transformasyon…
Her anlayış, acı ile gelmez. Direncimiz acıyı yaratandır, zor diye adlandırdığımızdır. Yeni olandan korkumuz, yeni olana direncimiz eşelediğimiz bataklıkta kuruyana kadar tutar bizi.
Diğerleri de kal diye yalvarırken gözlerinin içine, ayrışıp gitmek, sevdiklerini o bataklıkta kendi kaderlerine teslim etmek, dışlanmak, suçlanmak, yaftalanmak… Her şeye rağmen, kendine, çabana, yarattıklarına saygından ilerlemek, bir adım daha ileri atıp artık bir bataklık soğanı değil aynı zamanda bir lotus çiçeği olduğunu buradan da başka diyarlara döllendiğini, balının başkalarının diline damladığını yaşayacağın, yaşadığın yere doğru adımlamak…
İşte cesaret bu.
Kendi gücünden korkmak diye Türkçe’ye çevirdikleri de bu!
Kurtulmak istediğimiz her duygunun bize açtığı kuluçka alanını onurlandırıp, bağımlı halimize de bir el atıp yürümek en zorlandığımız şey.
İçimizde inanılmaz bir bağlılık, çokça suçluluk, büyümek istemeyen bir çocuk var.
Belki çocuğumuzun elinden tutar, aslında o bataklıkta ne için var olduğunu anlatırız. Bunun kaderi değil de, kuluçkası, kozası olduğunu… Sonucu değil de, tohumlandığı yer olduğunu anlatmak ve isterse buradan bir çıkış yolu olduğunu…
Bu çıkışın, doğarken olduğu gibi, bir dönüşümle olduğunu…
Her doğanın, doğarken öğrendiği yoldan…
İlginizi çekebilir: Kendi hayatını mı yaşıyorsun, başkalarının hayatını mı?