İstanbul’da bir kent ormanı ile Mont Blanc buzulunun patikaları arasında bir içsel çağrı
Son iki aydır, koşulması gerekeceğini öngördüğümüzden çok daha uzun bir mesafe katetmek zorunda kalmışız gibi hissediyorum. Yol henüz bitmedi, durmak da mümkün değil; belki sadece yavaşlayıp hızlanabiliriz. Ve finiş nerede bilmiyoruz.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Endurance / Dayanıklılık…
Ne zaman biteceğini bilmediğimiz bir yolda koşmaya devam etmek için gereken zihinsel dayanıklılıkla sınanıyoruz sanki. Belki hayat zaten böyle bir yol; belki bizler bir rahatlık yanılsaması içindeydik. Alışlanlıklarımız değişti, değişmek zorunda kaldı. İhtiyaçlarımızın bazıları da öyle. Bazı ihtiyaçları karşılamak halen kolay. Bazılarıysa özleme dönüştü.
‘The Mountains are calling.’
Bazılarımız hali hazırda doğanın çağrısını içimizde duyuyorduk; dağlar, denizler, okyanus, nehirler, buzullar… Bazılarımızsa eve kapandıkça ilk defa onu duymaya başladı. Bu öyle bir çağrı ki, bir vektör gibi; küçülüp büyüse de, özünü kaybetmiyor; özündeki güç yok olmuyor, sonsuza kadar insanların benliklerinde çoğalabiliyor…
Dağlar bizi çağırmaya devam ediyor.
Dağlarda bulunmak istemenin içsel bir ihtiyaç olmadığını iddia edebilir miyiz?
Geçen sene başında, henüz anormalliğimizi sorgulamıyorken, 2021 kışında Chamonix’de konaklayarak, Mont Blanc manzaralı buzulların üzerindeki pistlerde snowboard yapmayı planlıyorduk. Eski Kıta’nın en yüksek noktasının bulunduğu bu dağlık bölge, iklim değişikliğinden nasibini her sene biraz daha almasına rağmen, kış sporlarından yürüyüş ve ultra maratona kadar farklı yöntemlerle kendisiyle buluşmak isteyenleri buluşmaya davet etmeye devam ediyor. Şartlar altında bazılarımız henüz cevap veremesek de umutsuzluğa kapılmamanın, motive olmanın yollarını arıyoruz…
Bu çağrıya cevap vermek için hem içsel, hem dış şartları zorlayan bir insan, tüm bunları düşünmeme ilham oluyor. 29 yaşındaki Katalan atlet Pau Capell, bir uzun mesafe koşusucu ve bir The North Face atleti. Uzun mesafe koşucusu; tıpkı insanlığın son bir seneki zihinsel dayanıklılık koşusu gibi…
“Belki de jenerasyonda bir gelen bir yetenek.”
Bu mütevazi ve ayakları yere sağlam basan, bir nevi ‘topraklanmış’ atlet, 2019’da Ultra Trail du Mont Blanc (UTMB) yarışının 10.000 metreden fazla tırmanış içeren 171 kilometrelik parkurunu, 20 saat 19 dakika 7 saniyede koşarak şampiyon olmuş. Yarış 2020’de malum sebeplerle iptal edilince Pau, ‘ilk görüşte aşk’ olarak tanımladığı dağların çağrısına cevap verircesine, tek başına koşmaya karar vermiş.
İnsanın iç sesiyle uyumlu hareket etmesi kadar, gerçekleştirmek istediği şeyler için rasyonel adımlar atması, hazırlık yapması da bir o kadar önemli. Peki dışarı çıkma yasakları sırasında bir uzun mesafe koşucusu ne yapar, ne hisseder? Pau Capell’i evinin penceresinden, büyüdüğü ve sevdiği dağları seyrederken hayal ediyorum: Frustrasyon, hayal kırıklığı, yılgınlık? Belki de tüm insanlık aynı anda bunları hissettik, hissediyoruz….
Motivasyon
Peki nasıl devam edeceğiz?
Bu sorunun cevapları her birimiz için farklı. Fakat ortak noktanın Pau’nun çevrimiçi bir sohbette dediği gibi ‘motivasyonun içimizde bulmak’ olduğunu düşünüyorum. 27-28 Ağustos 2020’de UTMB parkurunu tek başına koşma girişimine ’Breaking 20’ adını veriyor. Hedefi, kendi rekorunu kırmak, parkuru 20 saatten daha kısa sürede koşmak. Bu girişimde aslında yalnız değil. Bu seviyede bir atletin performansını daha da üst seviyelere taşıması pek çok farklı parametrenin en üst seviyede gerçekleşmesini gerektiriyor, yani bir takım işi.
171 kilometrede yaklaşık 20 dakikalık bir hızlanma için, düz patika ve özellikle inişlerde performansını iyileştirmesi gerekiyor. Pau’nun bu hazırlık süreci, The North Face’in hız odaklı yeni trail koşu ayakkabı koleksiyonu ‘Vectiv’in geliştirilmesiyle birleşiyor. Böylece Pau aslında, deneyimini ve geri bildirimini, onu dinleyen bir markayla paylaşarak, dağlık araziler için en hızlı ayakkabının tasarımına katkıda bulunuyor.
Evdeyim; ya çıkmak yasak, ya yasak olmadığında da zihin eve kapatmaya meyilli, ya da artık çıkmamaya alıştım. Oysa yanıbaşımda, Darüşşafaka civarında bir vaha var: Hacıosman Korusu. Aklıma yine Pau Capell geliyor. Küresel olarak motivasyonu dışarda değil, içerde bulmamız gereken bir dönem.
Koru’da dört ayda neredeyse dört mevsim
Mayıs 2020’de açılışı yapılan ve yeni ismi ‘Atatürk Kent Ormanı’ olan korunun koşu alanları kademeli olarak açıldı. Sonbahara geldiğimizde bol iniş-çıkış içeren tüm parkur açılmıştı. En alçak noktasında bir gölet, en yüksek noktalarındaysa şehrin ana arterlerinden birine ve metro durağına çıkışlar var.
Koruda ilk koşmaya başladığım günden beri yanıma kulaklık almıyorum: Burada koşarken müzik dinlememeye karar verdim. ‘An’ı deneyimlemek, çevremi hissetmeye niyet ediyorum. Kah bir ormana ait seslerin ortasında yalnızca kendi nefes ve adımlarımı duyduğum, kah her adımımla belirginleşen ve sonra tekrar uzaklaşan şehir sesini dinlediğim yer burası.
Bana öyle geliyor ki İstanbulluların her sosyo-ekonomik kesiminden, her yaş grubundan insanlar burayı sahiplenmiş. Bir zamanlar Beyoğlu’ndaki insan ve işletme çeşitliliğinin birlikte var olmuşluğunu anımsatıyor.
Eve kapanmak zorunda olunmayan anlarda akciğerler kadar varlığımızın en derini için de bir nefes, yaşadığımız şehirde kamusal alanların en çok neye ihtiyacı olduğunu deneyimlemek için bir şans…
Ve tabii ki gezegenimizin ihtiyaçları.
Küresel iklim değişikliği maalesef henüz yeterince gündemimizde değil. Uzaklarda bir yerlerde, ileriki bir zamanda gerçekleşecek bir olay olarak algılamaya meyilliyiz. Oysa geçtiğimiz dört ayda İstanbul’da neredeyse dört mevsim yaşamış sayılabiliriz. Mont Blanc patikalarının hayalinden İstanbul’un içinde bir vahaya uzanan; ve kar, buz, yağmur, güneşle iç içe koşularda düşüncelere dalıyorum.
Bana bu vahanın tadını çıkarmaya, tekrar tekrar gelmeye motive eden, koşu pratiğine devam etmemi sağlayan düzenle ilişkim, nasıl gezegende daha az iz bırakarak gerçekleşebilir? Talebi yaratanlar olarak, arzı sağlayanlardan ne beklemeliyiz?
Sürdürülebilirlik.
Aslında tüketiciler, ürün geliştirici markalar ve yüksek performans atletleri, hepimiz ayn ekosistemin bir parçasıyız.
Bütün bu düşüncelere dalan zihnimi tekrar ‘an’a geri çağırıyorum. Ayaklarım sırayla, uyum içinde yerle, toprakla temas ediyor. Ayakkabılarım vasıtasıyla gezegeni hissediyorum. Peki ayaklarım nasıl hissediyorlar? Zihnim algıda seçicilik yapıyor: ‘Rocker orta taban yapısına sahip Vectiv…’ Snowboard tahtamı düşünüyorum, ‘rocker’ tabir edilen kavisinin karla temasını, temasın çıkardığı sesi düşünüyorum. Tekrar ‘an’a dönelim. Yerle temasımı ilk olarak topluklarımla ve sert basarak yaptığımı biliyorum; evde çıplak ayak yürürken bile çok ses çıkarıyorum. Bu sebeple, koşarken normalde aklım ara ara ‘stride’larıma takılır. Şimdiyse bunu düşünmemi gerektirecek bir hissiyatımın olmadığını fark ediyorum. Dört ayda neredeyse dört mevsim demek, Vectiv’i çok farklı kalınlıkta çoraplarla giymek anlamına geldi. Topuğun üst kısmıyla ayakkabının dış çeperi arasındaki yastıklama ve ayağımı saran üst malzeme hepsine uyum sağladı.
Hacıosman Korusu’ndaki yokuşlu pek çok patikada aşağı yönde koşarken eminim: Bedenimin tamamının ‘an’da bulunmasını gerektiren, zihniminse farklı yer ve zamanlara akabildiği bir koşu pratiğinde en çok yükü çeken ayaklarım, daha önce kendilerini bu denli unutturacak kadar rahat olmamışlardı. Eve dönerken Pau’yu, bir sonraki UTMB yarışında, Mont Blanc patikalarından aşağıya uçarcasına koşarken hayal ediyorum…