İskandinav ülkelerinden hayatı daha iyi yaşamaya dair 2 tavsiye
Tatil amaçlı gittiğim Danimarka Kopenhag’dan yeni döndüm. Kız kardeşimle geçirdiğim üç dört günlük tatilimizi unutulmayacaklar arasına yerleştirdik bile. Harika bir şehir! İsteğiniz, hevesiniz, merakınız, imkanınız var ise kesinlikle tavsiye ederim görmenizi; görmekten çok yaşamanızı. Şimdi oturup size oraya, buraya gidin diye bir yazı yazmayacağım. O bütün meşhur yerleri görmesi gereken, söylenen restaurantlara gitmesi gereken, tüm tarihi yerleri didik didik etmesi gereken Gamze’den geçeli çok oldu. Ben şimdiki Gamze olarak çok başka şeyleri anlatıyor olacağım size; dikkatimi çeken şeyleri; hayatıma katkıda bulunan, bakış açıma başka pencereler ekleyen şeyleri.
Öncelikle kendimde en büyük ilerlediğini, değiştiğini gördüğüm şey “bırakmak” oldu. Kendimi şehre, o an olana bırakmak. Kardeşimin de payı büyüktür bu konuda, hakkını ödeyemem. Ondan göre göre, duya duya benim de içime girmiş bu durum belli ki. Artık orada şöyle bir diyalog durumundaydık:
- “1 saat sonra buradan kalkıp…”
- “Dur bakalım 1 saatte kim bilir hayat ne getirecek, neler olacak. Şu an keyfimize bakalım.”
Hakikaten de öyle yaşadık. Bazen öyle sohbetlere daldık ki hiç planda olmayan iki saatlik kahve molaları verdik. Bazen öyle yorulduk ki görmeyi düşündüğümüz yerlere adım atamayıp otele gidip uyuduk yarım gün boyunca şehri kaçırıyoruz telaşına hiç kapılmadan. Bazen öyle eğlendik ki bir saat durur döneriz dediğimiz yerden gecenin bir saati döndük. Yaptığımız en büyük şey bırakmaktı kendimizi hayatın getirdiklerine, an’a. Ve böyle olunca da hala yaşadığımız anlar aklımıza geldikçe birbirimize bakıp kıkır kıkır gülmekten kendimizi alamadığımız bir noktadayız.
Özgür olun ve anı yaşayın
Kopenhag’da dikkatimizi çeken en büyük iki konudan bahsetmek istiyorum şimdi.
İlki, asla ama asla telefon kullanmamaları.
Nasıl oluyor bilmiyorum. Tüm dünya telefonla yaşarken, yeni düzen bu iken kendilerini nasıl bu kadar koruyabilmişler hiç anlamadık! Yollarda selfie çeken bir Allahın kulunu görmedik, ya da restoranda bırak telefona bakmayı, telefonlar masanın üzerinde bile durmuyordu. Gece barda herkes sözleşmiş telefonları evde bırakmış gibiydi! Tek yaptıkları sadece ama sadece sohbet etmek ve dans edip eğlenmekti. Orada biz de hemen bu duruma uyum sağladık tabi. İnsan direk etkileniyor yanındakilerden. Hep böyle sağlıklı etkileşimlerden ibaret olsa ya hayat! Ama baya baya da şaşırdık bu duruma. Çok takdir ettik ve kendi durumumuza bir de buradan baktık. Ben hemen giriştim sorgulamalara. Neydi bizim bu kadar telefonla yaşamamıza sebep olan? Neden tüm yaşadığımız anları, hayatta eğlendiğimiz anları çılgınca paylaşma ihtiyacı? Bunlar zaten benim her zaman sorduğum sorulardı açıkçası ama hiç telefon kullanmayan bir millet görünce ayyuka çıktı. Öncelikle alışkanlık. Kesinlikle böyle bir alışkanlığımız oluşmuş milletçe. Durduğumuz an o boşluğu kapatma, doldurma ihtiyacı sanki. Yine ve yine durmaktan, boşlukta olmaktan korkmak mı yani? Sanırsam ki…
Bir de bana görülme ihtiyacı gibi geldi. Başkaları tarafından “görülmeye” ihtiyacımız var. Bu hayatta var olduğumuzu anlatma biçimlerinden biri haline gelmiş sanki. “Ben eğlendiğim an’ı koyayım ki benim de eğlenceli, güzel, “dolu” bir insan olduğum görülsün.” Kendimi hep hatırlatmazsam kaybolurum, unutulurum gibi bir şey sanki.. Sosyal medya hesapları hiç olmayan insanlara uzaylı gibi baktığımız ve bir de üstüne sadece bu yüzden “Nasıl biri ki acaba, neden bir insanın hiç hesabı olmaz?” diye güvenmediğimiz bir noktada değil miyiz? Sevdiğimiz insanlar fotoğraflarımızı “like” etmiyor diye bozulanlar yine aynı biz değil miyiz? Sizce de korkutucu noktalara gitmiyor muyuz? Yaşadığımızı göstermek uğruna yaşamı kaçırdığımız bir nokta sanki. Kısaca, tehlikenin farkında mıyız?
Bu durum kardeşimle bana çok büyük örnek oldu. Döndüğümüz gibi sadece otomatik davranıştan ötürü telefonuma baktığım için hemen ilk uyarıyı yedim kendisinden. “Şşşt Danimarkalılığını kaybetme!” Hemen bıraktım elimden telefonu ateşi tutmuşum gibi. Ve bu hali, ikimizde elimizden geldiğince hayatımıza sokma kararı aldık. Ne mi tavsiye ederim? İşte bunu tavsiye edebilirim herkese.
Diğeri ise insanları. İngilizce’deki “sense of humour” deyimiyle açıklayabiliriz insanlarını. Türkçeye ise mizah anlayışı olarak çevirsek çok yanlış olmaz sanırsam ki. Biz kuzey ülkeleri insanlarını kafamızda daha soğuk diye canlandırırken karşılaştığımızla çok şaşırdık açıkçası. İnsanlar mutlu, güler yüzlü, rahat ve komik! En basitinden sarayı gezmek için girdiğimiz bilet sırasındaki kasada duran kadına: “Bir tek söylediğiniz iki katı mı gezebiliyoruz? Diğer yerlere giremez miyiz?” diye sorduğumda aldığım cevap şuydu güler yüzle: “Kraldan davet alırsanız neden olmasın?” Biz de gülmeye başladık orada. Yani anlatmak istediğim bu. Kadın günde kaç bin kişiyle durmadan muhattap oluyor, kim bilir ne sorular geliyor, kim bilir nasıl yoruluyor ama kadın mutlu ve espri yapabiliyor arkamdaki sırada daha 50 kişi daha varken. Söylenmiyor, surat asmıyor, terslemiyor. Hayatı hafife, şakaya alıyor. Ahh! Nasıl ihtiyacımız var değil mi böyle hafif yaşamaya.
Hele son gün sağanak yağmurdan dolayı yollarda ayak bileğimize kadar biriken sulara ne demeli? Türkiye’de olsa binbir küfür, kıyamet, öfke, stres, endişe, suratsızlık, mutsuzluk. Orada nasıl mıydı? Bizim o sağanağın altında yürümemiz gerekiyordu ki havaalanına yetişebilelim. Yürüdük de. Ama bir sorun nasıl yürüdük? Elimizde bavullar ki benim bavulumun her zaman büyük ve ağır olduğunu düşünürsek heryere aylarca kalacakmışım gibi yaptığımdan dolayı azimle, kardeşim de benim arkamda; yürüyoruz. Bir noktada su birikintisine geldik ki o birikinti falan değildi baya göldü! Ben girmiş bulundum içine önümdeki orta yaşlı çiftin peşinden. Ve ben hiç beklemediğim şeyler başıma geldiğinde genelde donup kalan bir insanım o şokla. Donup kaldım. Kıpırdayamıyorum ama arkamdan kardeşimin kahkaha sesleri geliyor ve ben de başladım karnım ağrıya ağrıya gülmeye olduğum yerde halime. Önümdeki orta yaşlı çiftin nasıl ilerlediğini görseniz gözünüzden sizin de yaş gelirdi. Hele karşıdan gelen adamın suratına suratına kahkahalar attık. (Bu sırada hala ayak bileğime kadar suyun içindeyim evet) Ve orada o halde ne kimse kızdı, ne mutsuzdu. Herkes kendi haline gülmeye başladı yolda. Önümde gitmiş olan çift hallerinin gülerek fotoğraflarını çekiyorlardı “karaya” vardıklarında! İnanamadık!
Oradan geri dönüp başka yol ararken tabiki önde kendini feda eden abla olarak bu defa başka bir su birikintisine dalmış bulundum ve gene kalakaldım. Gözde gene arkamdan gülmekten nefes alamıyor tek duyduğum o. Önümde varmaya çalıştığım kaldırımdan da çocuklar geçiyordu. Bunlar da beni görüp başladı mı gülmeye. Kimse kendini tutamıyor. Sağolsun bir tanesi dayanamadı imdadıma yetişti baya tuttu çekti beni o göletten. Bu defa hep beraber güldük halimize. Sonra da biz Gözde’yle başka yol araştırmalarıyla devam ettik yolumuza ve eğlenerek bir yolculuk yaşamış olduk. Sonuç: ayaklarım gölet, tüm üstüm sırılsıklam, kıyafetlerim yapışmış üstüme ve havaalanına gitmeye çalışıyoruz ve o halde bile tek yaptığımız halimize doyasıya gülmek oldu. O anın bile tadını çıkardık! Ve inanın bunda Danimarkalı insanların etkisi çok büyük. Öyle hafife alıyorlar ki hayatı, öyle eğleniyorlar ki içinde oldukları durumla; sizin aksini yapmanız mümkün değil zaten.
Sizce de çok ciddiye almıyor muyuz kendimizi ve hayatı? Öfkelenmek, kızmak, mutsuz olmak minik bir kıvılcıma bakıyor. O kadar ağır insanlar haline geldik ki enerjisel olarak, yaşayamıyoruz. Tüm ciddiyetimizle sadece zaman geçiriyoruz sanki bu dünyada. Varamıyoruz tadına hiçbir şeyin. Yahu hayat o kadar da matah bir şey değil ki. Alt tarafı deneyimlemeye geldik, neyin ciddiyetindeyiz bu kadar? Ödül mü veriyorlar böyle olunca? Tek yaptığımız hayatı hafif ve eğlenceli yerden yaşayabilecekken biz ciddiyetle ağır yerden yaşamayı seçmemiz. Neden? Deli miyiz ey ahali?! Uyanın yahu! Dans edin, sohbet edin, yağmurda sıçana dönün, güneşte koca bir ohh çekin sıcaktan söylenmek yerine, saçmalayın, rezil olun; yaşayın işte! Hafif hafif, ferah ferah, şöyle püfür püfür yerinden hayatın. İşte bu da size Kopenhag’dan getirdiğim diğer tavsiyem olabilir.
Yani ben diyorum ki hayatta göre göre, yaşaya yaşaya büyüyoruz. Çevrenizdekilerden hayatınıza iyi gelecek şeyler almaya gayret edin. Kendinizden sıkılmanıza fırsat vermeden minik değişiklikler yapın hayatınızda. Ben size şimdi Kopenhag’dan telefonsuz yaşamı ve hayatı hafif, neşeli yaşama yolunu getirdim. Çoğumuza yepyeni iki yol. Bu yollar da siz de bana eşlik etmek ister misiniz?
İlginizi çekebilir: Özgürlüğün ne olduğunu gerçekten biliyor muyuz ve özgür yaşıyor muyuz?