1600’lü yıllarda Avrupa’daki krallara ait bahçelerde garip eğlence çeşitleri türemişti: Mesela insanların bilmeden üzerine bastıkları gizli plakalar, yer altındaki borulardan suyun akarak bahçedeki heykellerin hareket etmesine sebep oluyordu. Aristokrasinin bu eğlenceleri mekanik çağ da denilen bu yüzyılın büyüsünü yansıtıyordu. Bu dönemde pek çok makine çeşidi icat edilmiş ve bilimde, sanayide ve eğlencede kullanılmak üzere geliştirilmişti. Örneğin makinelerin anası sayılan mekanik saati yapanlar fizik ve mekanik teorilerini bir makinenin yapımına uygulayan ilk kişilerdi. Görünen oydu ki tasarlanan makine türlerinin ve kullanıldıkları alanların bir sınırı yoktu.
Şu ana kadar anlattıklarımın psikoloji bilimiyle ne ilgisi olduğunu merak etmişsinizdir. Ancak hatırlatmak isterim ki insan doğasını anlamak istiyorsak dönemin teknoloji ve fizikteki gelişmelerini ve dolayısıyla düşünce sistemini de bilmemiz gerekiyor. İşte yukarıda bahsetmiş olduğum dönem, psikolojinin artık bağımsız bir bilim olmasını sağlayan zihinsel durumla, yani dönemin ruhuyla ilgili.
17. yüzyılın temel düşüncesi olan ve psikolojiyi besleyen felsefe, evrenin büyük bir makine olarak hayal edildiği “mekanik ruh”tu (the spirit of mechanism). Bu dönemin biliminsanları her şeyi gözlem, deney ve ölçme yöntemlerini kullanarak sayılarla açıklayabileceğine inanıyordu. Evrenin işleyişi mekanik bir saatin çalışmasına benzetiliyordu. Peki, saat benzetmesi ve bilimsel analiz fiziksel evrenin işleyişini açıklamada kullanılabiliyorsa, tüm bunlar insan doğası araştırmaları için de geçerli miydi? Eğer evren düzenli, tahmin edilebilir nitelikte, gözlenebilir ve ölçülebilir bir makineye benziyorsa, insanlar da aynı açıdan ele alınamaz mıydı? İnsanlar ve hayvanlar da bir tür makine değil miydi?
17. yüzyılda yeni bir güç hakim olmaya başladı: Deneycilik (empiricism). Yani doğanın gözlemlenmesi yoluyla doğru bilgiye ulaşılabileceğini iddia eden düşünce. Bu dönemde birçok bilimsel gelişme meydana gelmiş olmasına rağmen çalışmaların büyük bölümü psikolojinin gelişmesiyle doğrudan ilgili değildi. Ancak bu dönemde çalışmaları ile psikoloji tarihine katkıları doğrudan olan bir bilim insanı vardı: Rene Descartes. Rönesanstan modern bilim çağına geçişi sembolize eden Descartes, saat benzeri makineler düşüncesini insan bedenine uyarlamıştır. Pek çok kişi Descartes’ın böylelikle modern psikolojiyi resmen başlattığını düşünüyor.
Ruh ve beden birbirinden ayrı mı takılıyor sorunsalı
Descartes’ın psikolojinin gelişimi açısından en önemli çalışması, yüzyıllar boyunca çok fazla tartışılan ruh-beden problemini çözme girişimiydi. “Ruh ve beden, yani zihinsel dünya ve madde dünyası birbirinden ayrı mıdır?” sorusu oldukça eski bir soru. Bu döneme kadar dualizm, yani ruh ve bedenin farklı doğaları olduğunu savunan görüş hakimdi. Ancak bununla beraber başka bir soru daha gündeme geliyordu ki bu da psikolojinin temel konusunu oluşturuyordu: Ruh ve beden birbirini etkiliyor mu, yoksa bunlar birbirinden bağımsız mı?
Descartes’a kadar ruh, bedenin iplerini çeken kuklacıya benzetiliyordu. Yani ruh bedeni etkileyebiliyordu ama beden ruhu etkileyemiyordu. Descartes da dualistik görüşü kabul etmişti ancak geleneksel görüşten farklı olarak bedenin de ruhu etkilediğini savunmuştu. Yani ilişki tek yönlü değildi, karşılıklı etkileşim şeklindeydi.
17. yüzyıl için oldukça radikal olan bu düşüncenin çok önemli manaları vardı. Descartes ruh-beden problemine ilişkin dikkatleri tam manasıyla fiziksel-psikolojik dualizm üzerinde yoğunlaştıran bir yaklaşımı öneren ilk kişiydi. Böyle yaparak, dikkatleri oldukça soyut olan ruh kavramından, insan aklına ve onun zihinsel faaliyetlerinin araştırılmasına yöneltmiş oldu. Sonuçta araştırma yöntemleri metafizik analizlerden, nesnel gözlemlere doğru yön değiştirdi. Ruhun varlığına ilişkin ancak tahminde bulunulabilirken, akıl ve süreçleri gözlemlenebilirdi. O halde ruh ve beden iki ayrı varlıktır. Beden (veya fiziksel dünya) ile ruh arasında hiçbir benzerlik söz konusu değildir. Madde ve beden mekanik ilkelerine göre faaliyette bulunan ve uzayda yayılan tözlerdir (töz: değişmez gerçeklik, başkasından bağımsız, kendi kendisinde var olan). Ruh ise yayılmaz, serbesttir ve maddesi yoktur. Fakat en önemli nokta, “Ruh ve beden ayrı varlıklar olsa da, birbirleriyle etkileşim halindedir” düşüncesidir ki, bu bir devrim niteliğindeydi. Ruh bedeni, beden de ruhu etkileyebilir.
Descartes ruhun tek bir işlevi olduğunu, bunun da düşünmek olduğunu savundu. Diğer süreçlerin tamamı bedenin işleviydi. Ona göre ruh türemiş ve doğuştan gelen olmak üzere iki tür düşünceye yol açar. Türemiş fikirler duyum deneyimlerinin ürünüyken doğuştan gelen fikirler ise bilincin ve aklın dışında gelişirler. Ona göre ben, Tanrı, geometri, mükemmellik ve sonsuz fikirleri doğuştan gelirler. Descartes’ın pek çok fikri, özellikle de mekanik beden görüşü, beden-ruh etkileşimi teorisi ve doğuştan gelen fikirler öğretisi sonraki yıllarda psikolojinin önde gelen akımlarını oldukça etkiledi.
Descartes’ın çalışmaları, şüphesiz ki psikoloji biliminin felsefeden bağımsız bir hale gelmesinde çok etkili oldu. Belki “İnsan makine midir?” sorusunu tam olarak yanıtlayamadı ama bedenin işleyişinin mekanik ve sistemli oluşuna vurgu yapması, bedenin sadece ruhun kontrolündeki bir kukla gibi olmadığına işaret etmesi devrim niteliğindeydi. Bu fikirleri ileride özgür irade ve insanın seçimler yapabilen bir varlık olduğu düşüncesini temel alan psikoterapi ekollerini de etkiledi. Böylelikle psikoloji yavaş yavaş felsefeden bağımsızlaşmaya ve deneysel yöntemiyle tek başına bir bilim dalı haline gelmeye başladı.
İletişim için bana ayselkeskin2004@yahoo.com vasıtasıyla ulaşabilirsiniz.
Kaynak:
Duane P. Schultz & Sydney Ellen Schultz, Modern Psikoloji Tarihi, Kaknüs Yayınları
İlginizi çekebilir: Şu anlamsız hayatta anlam yaratmak: Anlam nasıl oluşturulur?