İlişkilerimizde inandıklarımızdan yaşadıklarımıza: Hangisi daha gerçek?
“Bulanlar, ancak arayanlardır.” Mevlana Celaleddin Rumi
Hadi itiraf edelim, bir ilişkiye başladığımızda beynimizde bir “insan” yaratırız. Bu tamamen görmek istediklerimizden yani “inanmayı” seçtiklerimizden oluşmuştur değil mi? Bu insan bir kere mükemmel insandır… Suçu veya pürüzü yoktur… İyi bir insandır, güzel bir insandır, kibar bir insandır, kısacası insanüstü niteliklerle donattığımız çamuru olmayan yaraları olmayan ve yara bırakmayan bir insandır… Kapılırız bu hayale hem de isteye isteye… Hem de tam tersi olduğunu bile bile kapılırız.
Neden derseniz inanmak isteriz, hepimiz böyleyiz… Kendimizi bilmeden yani kendimizden insan olmak fiilinin gerçekliğine varamadan o karşımızdaki adamdan veya kadından insanüstü bir varlık olmasını bekleriz… Her şeyde çok iyi olması gerekmektedir. Neye elini atsa başarılı olmalıdır. İşinde iyi olmalıdır, evde iyi olmalıdır, iyi bir anne iyi bir baba olmalıdır, iyi bir arkadaş olmalıdır… İnanırız değil mi? İyi olacağına, bizi incitmeyeceğine, bu kadar değişmeyeceğine, hep aynı kalacağına; kısacası bugün verilen tüm sözlere inanmak isteriz.
Çizgiler çizeriz sonra, sevdiklerimizi sevgililerimizi “çerçeveler” ile tanımlarız. Bizim sevdiğimiz olduğu için çok başarılı olmalıdır, bizim elimizi tuttuğu için önemli bir kişi olmalıdır, sırf bizim yanımızda olduğu için buna layık olmalıdır değil mi? Kendi gibi olmak mı? O da neymiş diye düşünürüz değil mi? Bu kişi ne de olsa bizim ona çoktan çizmiş olduğumuz sınırlara sığmak durumundadır. Bizler inanmışızdır bir kere… Tüm inandıklarımız, hayal ettiklerimiz, bu kişiye gerçekte “bakmadan” onun kim olduğunu anlamadan onun için “biçtiğimiz” hayat yıkılamaz olandır… Kimin gücü yetebilir ki bu çizgilerimizi silmeye, inandıklarımızın tam tersini bizlere kanıtlayabilmeye?
İşte biz burada “hayat” cevabını alıyor olacağız hep birlikte… İnandıklarımızın bir insanın özüne bakmak yerine kendi kafamızda yarattığımız imajının nasıl da eksik olduğunu bizlere gösteren hayattır. Ben bugün bu yazımda sizlerle birlikte ilişkilerimizde çok sık rastladığımız “hayal kırıklığı” üzerine biraz daha detaylı bakalım istiyorum… Neden hayallerimiz kırılır, neden inandıklarımız yaşadıklarımız olamaz, neden inançlarımız hayatımıza yansıyamaz, istediklerimiz o diğer kişi söz konusu olduğunda öyle inandığımız kadar muhteşem şekilde gerçekleşemez?
Cevabımız oldukça basit çünkü karşımızda keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir dünya vardır… Bir düşünün uzay mekiğinin içinde bilinmeyen bir gezegene doğru gitmekteyiz. Kendimizce bazı tahminlerimiz var; bu gezegende hayat olduğunu, su olduğunu, verimli topraklar olduğunu ve gerçekten “yaşamayı” isteyeceğimiz bir gezegen olduğunu düşünüyoruz. Buna inanıyoruz. Sonraki aşamada bu böyle olsun istiyoruz. Fakat bu gezegene yaklaştıkça kurak çöller de görüyoruz, karanlık bölgeler de… Susuz topraklar da olduğunu biliyoruz, yeşil bölümler de… Sonunda ne oluyor, bir seçim yapmak noktasına geliyoruz… “İnandıklarımıza” karşın yaşadıklarımız oluşuyor…
İşte hayal kırıklıklarımız burada başlıyor. Bizler bu can-ım gezegenin çöllerini “kabul edemiyoruz” “inanamıyoruz” ve evet inkar ediyoruz. Bu inkar ile başlıyor ayrılıklar, inandıklarımız asıl olanın öz olanın önüne geçiyor. Gerçek olana değil kafamızda tasarladığımıza, inanmayı seçtiğimize ve aslında olmayan bir gerçekliğe odaklanıyoruz… Kırıp dökülüyoruz, burada ne kendimiz kalıyoruz geriye ne de bu gezegenden bize verilebilecek bir nefes… Biz “inandığımız” üzere nefes almayı orada göreceğimiz yeşilliklere koşullandırıyoruz. Bunları görmediğimizde “gerçeklik” ile karşılaştığımızda nefes alamayacağımızı düşünüyoruz… Ve evet bol bol oksijen olan o muhteşem gezegen inandığımız gibi olmadığı için hayal kırıklığı yaşıyoruz. Sırf kafamızın içerisindeki kalıplara uyamadıklarından, sırf bizim istediğimiz gibi bir insan olamadıklarından öylece sevdiklerimizi kaybediveriyoruz…
Peki, ne yapmamız gerekir? Eğer inancımız ile yaşadıklarımız karşılaştıklarımız arasında bu kadar fark var ise gerçekten bir ilişkiyi devam ettirmek için ne yapmak gerekir? Bu kilit soruyu kendinize sormanızı istiyorum: Sizce doğru cevap nedir? Benim için bu sorunun cevabı sadece “görmeyi” bilmekten geçiyor… Yani hiçbir şeyi ve hiç kimseyi kalıplara, beklentilere, çerçevelere sığdırmaya çalışmadan sadece olduğu gibi sevebilmek yetimizden… Eğer bunu yapamıyorsak belki hikayemizde olduğu üzere yeni gezegenleri keşfetmek üzere bir seçim yapmamız ve yolumuza devam etmemiz gerekir. Eğer bunu “gerçekten” yaşamak istiyorsak, orası belki de tüm hayatımız boyunca bizi bekleyen sevgili cennetimiz oluverir.
Bugün bu yazımda bana eşlik ediyorsanız ilişkilerinizde yorumladıklarınıza veya çerçeve içine almaya çalıştıklarınıza yeniden bakmanızı dilerim. Elinizi tutan sevgili adama veya kadına “inançlarınızla” neleri yaşatmaya çalışıyorsunuz? Onları “oldukları” gibi kabul edebiliyor musunuz? Gerçekten hayal etmeden onların özüne bakabilecek kadar cesaret gösterebiliyor musunuz? İnançlarınız dışında kalsa da onları iyi ve kötüleri ile hayatınıza alabiliyor musunuz? Yaralarına yaşadıklarına ve bugünlerine yargılamadan ve değiştirmeden dokunabiliyor musunuz?
İnanmak kolay olandır… İnanıp da neden böyle olmadığını sormak yine kolay olandır… İnandıklarını yaşamaya çalışmak kolay olandır… Kafamızda bir insan yaratmak daha da kolay olandır… Zor olan “aramaktır,” zor olan “özüne bakmaktır” ve evet zor olan gerçekten “yaşamaya” gönüllü olmaktır… Bugün sizler, inandıklarınızdan sıyrılıp özü yaşamaya hazır mısınız?
İlginizi çekebilir: İlişkilerimizde güvenebilmek ya da güvenememek: İşte bütün mesele bu