Kırılmak, dökülmek, gücenmek, “bana bunu nasıl da yapabildi” demek, “nasıl böyle bir şey ile karşıma çıkabildi” demek, üzülmek, hüzünlenmek, “her şey boşuna mıydı” diye sorgulamak… Ve tabi ki günler geceler boyu “ben bunu hak etmedim” hançerinin kalbimizin ortasına saplanması. İşte “içerlemek” söz konusu olduğunda tüm bunları kapsayan, belki biraz hesap soran, belki de biraz yakınılan, ah dedirten bir psikolojide buluveririz kendimizi…
Neden içerleriz peki? Özellikle de bir ilişkide, o çok sevdiğimiz insan neden bizi bu kadar kolaylıkla kırıverir, neden bu kadar hızlı bir duvara çarparız, neden yaralanıveririz, neden iyileşmesi bu derece güçtür ve en önemlisi neden “başka biri” kaynaklı bir durum bizi bu kadar kendimizden ediverir?
İçerlemek, tüm ilişkilerin aslında çok önemli bir noktasını oluşturur. Hangi açıdan diye soracak olursak; iki kişinin “bir” olduğu anlamı, birden ikiye bölüvermesi diye açıklayabilirim. Ben bu yazımda sizlerle birlikte biraz da kendimize bakalım istiyorum, bugüne kadar ilişkilerimizde neye ve nasıl içerledik? Biz böyle “alındıktan” sonra karşımızdakine nasıl davrandık, iyi mi ettik yoksa her şey daha da ciddi şekilde kötüye mi gitti? Bizler içerledikçe, karşımızdakinden sevdiklerimizden, o can-ımız olmuşlardan aşklardan uzaklaştık, kendimizden fersah fersah uzaklaştırıp “öteki” kişi deyip de kendimizi koruma kalkanımızın ardına mı gizledik? Veya tam tersi, iyice dışarıya çıkıp siperlerimizde süngülerimiz-toplarımızla “savaşa” mı girdik, “sen bana nasıl böyle davranırsın” sorusu ile başlayan bir tartışma sonucu ne kazanan ne kaybeden mi olduk, bitmeyen savaşlara mı tutuştuk?
İçerlemek işte bu derece ciddi bir önem taşır ilişkilerimizde. Neye içerleriz, öncelikle bunu sorgulayalım. Ben hemen kendimden örneklerle açıklamak isterim; gerçekten değerli olduğum hissettirilmediğinde içerliyordum. Öncelikle karşımdaki kişi bana zaman ayırmadığında, benimle konuşmaya bile vakti olmadığında bu bana kendimi kötü hissettiriyor ve gün boyu tüm işlerine zaman ayırabiliyorken neden bana “bu kadar az” zaman ayırabiliyor diye düşünüyordum. Daha da ilerisi var, “Bana bu kadar az önem verdiği hiç aklına gelmiyor mu? Yani benimle olmasına olasılık tanıyan tüm boşluklarda neden arkadaşlarıyla futbol maçları yapmayı tercih ediyor?” Bu çok ama çok basit bir örnek… Hepimiz erkek veya kadın, birçok farklı kişiye ve şeye içerleyebiliyoruz. Örneğin kimimiz hediye almamaya, kimimiz çiçek almamaya, kimimiz bir erkek olarak bir kadından yeterince ilgi görememeye, belki gömleklerimizin haftalardır ütülenmemiş olmasına, belki eşimizin çocuğumuzla ilgilenmeye ayırdığı zamandan bir yarım saati çalamamaya veya kimilerimiz erkek arkadaşımızın çok istediğimiz filmi bizimle görmeye gelmesi yerine bir seyahati tercih etmiş olmasına… O kadar çok örnek verebiliriz ki…
Şimdi birlikte bir noktaya bakalım istiyorum; “içerlemek” tek kişilik bir kavramdır aslında, işte “uçurumların” ardına düşmek de buradan gelir. Bizler içerleriz, kendimizce aklımızda bir dünya yaratırız, alındıkça alınmanın daha da derinlerine düşeriz ve düşeriz. Fakat ne yazık ki aslında karşımızdaki kişinin ne durumdan haberi vardır, ne de bu duruma yol açan kişi olduğundan. Biz o anlamadıkça daha da içerleriz, daha da kırılırız ve ne kadar gariptir ki o kişiyi bir o kadar daha çok suçlarız; “nasıl benim bu derece içerlemiş olduğumu görmezden gelir” diye…
İçerlemekten başka bir yol mümkün mü?
Peki, başka bir yol mümkün müdür, yani aramıza bunca uçurumlar koymadan, bunca ayrılık yaratmadan, bu kadar kırılmadan ve içerlemenin derin ormanlarına dalmadan bunu atlatabilmemiz mümkün müdür? Aslında cevabımız evet, bu da tabi ki paylaşmaktan ve uçurumlar yaratmak yerine köprüler kurmaktan geçiyor. Peki köprüler kurmak nedir? İşte tam da bu noktada içerlemek konusunda derin bir “farkındalık” gereklidir. Bizler ilk kez kırılmaya başladığımız, alındığımız ve daha da içerlediğimiz durumları fark etmekle, aslında tam olarak neye kırıldığımızı da daha iyi anlarız. Örneğin sevgilimiz biraz tek başına zaman geçirmek istediğini paylaştı ve biz bu duruma kırıldık, hemen içerledik. Bu akışta bizi üzen nedir; aslında “başka” bir zaman geçirmeye tercih edilmek, yani dolaylı olarak birlikte zaman geçirilmeyi hak eden, birlikte zaman geçirilmeye tercih edilmemiş olan olmak durumumuzdur. Peki bu gerçekten doğru mudur? Yani bir kişinin kendisiyle kalmak istemesi bizim zaman geçirilmeye değer olmadığımızı veya o kişinin bizi gerçekten sevmediği, değersiz bulduğu veya incitmek istediği anlamına gelir mi? Aynı ihtiyaca sahip olsaydık bu durum erkek arkadaşımızı veya eşimizi sevmediğimizi mi gösterecekti?
İşte bu farkındalık, o “içerlemek” diyarından bizi direk çekip alır ve sevdiklerimize daha sıkı sarılmamızı ve yepyeni gözlerle bakmamızı sağlar. Çünkü biliriz ki bunda içerleyecek bir şey yoktur ve bu onların mutlu olmasını sağlamaktadır; ki aslında bizler de daha çok mutlu olmalıyızdır.
Bakın sevgili John Gray, Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten isimli muhteşem içeriği ile içerlemek kavramını nasıl yorumluyor;
“…İnsana acı veren ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimizdir. Çoğu zaman erkek kendisine meydan okunduğunu hissettiğinde, dikkatini haklı olmaya yoğunlaştırıp bir yandan sevecen de olmayı unutur. İlgili, saygılı ve güven verici bir tonda iletişim kurabilme becerisi otomatik olarak azalır. Ne kadar aldırmaz göründüğünün, eşini ne kadar incittiğinin farkında değildir. Böyle zamanlarda basit bir görüş ayrılığı bile kadına saldırı gibi görünebilir; bir talep buyruk halini alır. Kadın, onun sözlerini kabul etmesi gerektiği zamanlarda bile, doğal olarak bu sevgisiz yaklaşıma direnir.
Erkek umursamaz bir tavırla konuşup sonra da neden üzülmemesi gerektiğini anlatmaya kalkışarak bilmeden eşini incitir. Yanlışlıkla kadının onun bakış açısına direndiğini sanmaktadır. Gerçekteyse kadını üzen onun sevgisiz yaklaşımıdır. Erkek onun bu tepkisini anlamadığından, dikkatini nasıl söylediği yerine ne söylediğine yoğunlaştırır. Tartışmayı kendisinin başlattığı yolunda hiçbir fikri yoktur; kadının onunla tartıştığını düşünmektedir. Kadın kendini onun sivri ifadelerinden korumaya çalışırken, o da kendi bakış açısını savunmaktadır.
Erkek bir kadının incinmiş duygularına saygı göstermezse, onları hiçe saymış olur ve kadın daha da fazla incinir. Kendisi umursamaz sözlere ve ses tonuna karşı kadın kadar duyarlı olmadığından, erkeğin bu durumu anlaması kolay değildir. Sonuç olarak erkek eşini ne kadar incitip direnişe zorladığının farkında bile olmayabilir.”
Bu yüzden her içerlediğimizde uçurumlar kadar uzaklara sürüklenmek bir seçimken, birlikte kalarak köprüler kurmak da karşılıklı seçimlerimizin sonucudur. Erkek veya kadın olmamız incinmeyeceğimiz ya da sevdiklerimizin bize davranışlarından üzülmeyeceğimiz anlamına gelmez; fakat bunu paylaşmak, konuşarak ifade etmek ve gizli kızgınlık, kırgınlık ve hatta ayrılıklara dönüştürmemek yine bizlerin elindedir.
Sevdiklerinize “içerlemeden” bakmaya hazır mısınız?